o küçük ama çok küçük köyün adı bile yokluğunu anlatıyordu - Dağbaşı Köyü
Dağbaşı ve çevre
köyleri büyük göçler vermiş, genellikle de Adapazarı ve yurtdışına göçmüşler.
Zamanında geçinme yolları tükenince her aileden birer ikişer göçler başlamış.
Geride kalanlar ise giderek ellerine bir gelir geçmez hale gelmiş. Bu durum
öyleydi ki köylülerin önemli bir kısmının eline hiç para geçmiyordu artık.
İhtiyaçlarını bakkallardan karşılayıp yazdırıyorlardı, sonra dışarıdaki
yakınları yılda bir tatile geldiğinde toplu kapatıyordu hesabı.
Bölge insanları
hakkındaki birçok bilgiyi Fatma ebeden öğreniyordum, ailecek Trabzon’un başka
bir beldesindendiler. Fatma ebe sağlık ocağının en önemli çalışanıydı bence. Bu
ufak tefek, güzel kadın bitmek bilmez enerjisi ve çalışkanlığı, işine
bağlılığı, herkese yardım edip her şeyi çekip çevirmesi, neşesi, kendi
insanlarını tanıması ve daha birçok yanıyla sağlık ocağının olmazsa olmazıydı.
Benim için de iyi
bir arkadaş, destek, sırdaş, can yoldaşıydı. Fatma ebe bizi sık sık evlerine
çağırırdı akşamları, onun yaptığı şahane pilavları ve salataları unutmam hiç.
Onların evinde video vardı, gider orada video izlerdik sık sık. Sanırım ilçeden
toplu olarak kiralıyorlardı videoları. En çok, o zamanlar TV de gösterilen MacGyver
dizisini izlerdik. Şimdi sorsanız hatırlamam ayrıntısını ama maceralı bir
şeydi.
Çocuklar da çok
severdi video izlemeyi ve hiç kaçırmak istemezlerdi. İki küçük TV’nin önüne
yere yatarlar, büyük bir dikkatle izlerlerdi. İki yaşındaki Engin ne anlardı
bilmem ama o da uykuya yenik düşene kadar tüm dikkatini verirdi. Şengül için
ise en büyük tutkulardan biriydi TV’den video izlemek, hiçbirini kaçırmaz
izlediği şeylerin içinde yaşardı adeta.
Şengül, gece saat
geç olunca ve yatarak izlediği için uykusu gelince kendiliğinden kapanan göz
kapaklarını, minik parmaklarıyla açar ve öyle izlemeye çalışırdı. Eğer bütün
çabalarına rağmen uyuya kaldıysa, bütün kaçırdıklarını ertesi gün bize sora
sora öğrenirdi.
Bir keresinde
Fatma ebe bir rüyasını anlatıyordu bana, Şengül lafın başını kaçırmış, kafasını
yukarı kaldırmış kocaman gözleriyle büyük bir dikkat ve heyecanla annesini
dinliyordu. Fatma’nın sözü bitince, annesini çekiştirip hangi film bu anne, ben
uyuyunca mı seyrettiniz, niye beni uyandırmadınız, diye kızmıştı. Ondan gizli
bir şey izlenemezdi ki.
Sabahları Fatma
ebe ve Mahmut hoca işlerine gittiklerinde beş yaşındaki Şengül kardeşinin
uyanmasını beklerdi evde. Engin uyanınca ona kahvaltısını ettirir, temizler,
üstünü başını değiştirir sonra kapıyı da arkalarından kilitleyip, kardeşinin elinden
tutarak annesinin yanına gelirlerdi birlikte. Öyle becerikliydi küçük Şengül,
Engin çok
şanslıydı hem annesi hem ablası büyütüyordu onu. Şengül şimdi kendisi de anne
oldu, çok güzel bir anne hem de.
Şengül annesine
benzerdi, Engin ise babasının bir kopyası. Mahmut hoca, ilköğretim okulunda
öğretmendi. Çok okur, edebiyattan hoşlanır ve anlar, şaka yapmayı çok severdi.
Sohbeti güzeldi ve insanı zekice çaktırmadan iğnelemeyi de iyi bilirdi,
severdim o yanını çok. Mahmut hoca ile pek fazla ortak yaptığımız şeyler olmadı
ama onu hep çok iyi bir dost olarak yanımızda hissettik, zor gün dostlarındandı.
Hep orada olduğunu bildiğiniz, sırtınızı çekinmeden dayadığınız dostlardan.
Fatma ebeyi ve
diğer sağlık ocağı çalışanlarını aşılamalar sırasında daha da iyi tanıma
fırsatım oldu, onların bölge halkıyla nasıl çalıştıklarını gözlemleyebildiğim
bu aşılama dönemleri aynı zamanda orada bulunduğumuz sürece yerel halkla da en
yakın bağlantı kurduğumuz zamanlardı.
Biz Dağbaşı
köyündeyken, 1985 yılında Birleşmiş Milletler UNICEF aracılığıyla 0-5 yaş arası
6 milyon çocuğu kapsayan 10 gün süren bir aşılama kampanyası başlattı. O
yıllarda Türkiye’de bir yaşının altında çocuk ölüm oranı %10’du. Birleşmiş
milletler için bu yüzde kabul edilmez sınırlardaydı.
UNICEF aşıları ve şırınga
gibi diğer malzemeyi sağlıyordu. Aynı şırıngayla birkaç hastaya aşı yapılmasına
engel olmak için şırıngalar aşılarla birlikte verilmişti. O yıllarda aynı
şırınganın birkaç kez kullanılma sorunu vardı Türkiye’de. Bu kampanya için televizyon
ve radyolara duyurular hazırlanmıştı, televizyonlarda Zeki ve Metin ikilisinin
oynadığı çağrılar dönüyordu sık sık.
Bu kampanya
sırasında, ben de hem yardımcı olmak ve hem de merak ettiğim için mümkün olduğu
zamanlarda onlarla gittim köylere. Toplam 6 köye gidilecekti aşılama için, bu
köylerin bir kısmına Jeep ile ulaşılabiliyor, bir kısmına yürüyerek
gidilebiliyordu. Bu sırada bu yörenin insanları ve aşılamayla ilgili çok
değerli şeyler öğrendim, insanların önyargıları, aşılamaların neden düzgün
yapılamadığı, imamların aşılamaların başarısındaki rolü ve daha birçok şey.
Aşılama bir
organizasyon işi, sadece aşıyı sağlamakla bitmiyor. Aşılar soğukta tutulacak ve
bozulmadan dört bir yana ulaştırılacak, sağlık personeli tam kadro olacak,
köylere ulaşım için araç olacak, araçların benzini olacak, kayıtlı ve kayıtsız çocuklara
ulaşılacak, kayıtlar düzgün olacak ve güncellenecek.
Kayıtlı çocuklara
ulaşabilmek için ailelerin çocuklarına aşı yaptırmayı istemeleri ve aşılama
merkezlerine getirmeleri gerekiyor. Bütün bunların başarıya ulaşabilmesi için
de öğretmenlerden, imamlara herkesin desteği ve katılımı gerekiyor. Sağlık
çalışanlarının bölge insanını iyi tanıması da başarıda çok önemli bir yer
tutuyor.
Aşının
yapılmasında bir zorluk yok, zorluk aşı yapılacak çocuklara ulaşmada çıkıyor.
Kayıtlı çocuklara ulaşmak çok zor değil ama kayıt dışı çok çocuk var. Bir
şekilde insanlar çocuklarını kayıt ettirmiyorlar. Yıllardır çeşitli nedenlerle kasıtlı
veya kasıtsız olarak yayılan bazı yanlış bilgiler neden olmuş buna. İnanması
zor ama en basitinden söylemek gerekirse, devletin ikiden fazla çocuktan vergi
alacağı, yapılan aşının komünist aşısı olduğu gibi söylentilere inanarak,
çocuklarını ve hamileliğini gizleyen kadınlar, aileler vardı.
Köylerinden başka
hiçbir yere çıkmamış, ellerine hiç para geçmemiş insanların, çevrelerindeki güvendikleri
kişilerden başka bir bağlantısı yok yaşadıkları ülke ve yasaları hakkında. Bu
kişiler arasında başta imamlar geliyordu. Aşılama oranının yüksek olduğu köylerden
birinin imamıyla tanışıyorduk, ara sıra bize gelir uzun sohbetler eder, kitap
değiş tokuş ederdik. Çok saygı duyduğum bu imam, işini ve hizmet ettiği
insanları seviyor, işini gerektiği gibi yapmak için büyük çaba sarf ediyordu. Ne
yazık ki bunu bütün köylerin imamları için söylemek mümkün değildi.
Aşılama
sırasında, sadece aşı yapılmıyor aynı zamanda hamilelerin de kayıtları
tutuluyor ve 0-5 yaş arası çocukların kayıtları da güncellenmeye çalışılıyordu.
Fatma ebe aşılamaya gelen kadınların arasında geziyor, hamile olup da gizlemeye
çalışanları bulmaya çalışıyordu. Bunun için belinde kalın kuşakları olan
kadınlara yaklaşıp, kuşaklarını açmalarını istiyordu. Kimi zaman şakalaşarak
çözülen bu durum, kimi zaman gerginliğe de yol açıyordu.
Birkaç kadının onu
yanına yaklaştırmadığını görmüştüm bir keresinde, Fatma ebe ne dediyse ikna
edemedi kuşaklarını açmaları için. Sonunda eline bir sopa alıp uzaktan kuşağı
aşağıya indirmeye çalıştı, bir yandan gülüşüyorlar bir yandan da karşılıklı
birbirlerini ikna etmeye çalışıyorlardı. Gözünden hiçbir şey kaçmayan Fatma
ebenin gizli hamileleri nasıl bulup ortaya çıkardığını hayretle izliyordum ben
uzaktan.
Sağlık ocağı
ekibinden birkaç kişi, köy muhtarının sağladığı bir yeri merkez edinip kayıtları
tutuyordu. Kayıtlardan sonra aşı yapılıyordu. Köyün bütün kadınları
çağırılıyordu, sırayla hepsine kaç çocuğu olduğu, çocuklarının adları
soruluyordu. Genelde neşeli geçen bu konuşmalar sırasında duyduklarım güldürse
de çok düşündürücüydü.
Kaç çocuğun var sorusunu,
var iste 7-8 tane ben söyleyeyim sen say, diye cevaplayanlar vardı aralarında.
Çocuklarının isimlerini sayarken unutan kadınlar oluyordu. O zaman bir oda
dolusu kadın, her kafadan bir ses çıkarken kafalarını birbirlerine çevire
çevire, isimleri hatırlamaya çalışıyordu. Bir şekilde o çocukların hepsinin
birden çocuğu olduğunu hissettim orada. Çocukların isimlerinden de ne kadar dışarıya
kapalı bir yaşamları olduğu anlaşılıyordu. İsimler birbirinin ya aynısı ya
değişik telaffuz edilmiş haliydi.
Çocukların yaşı
ve ölen çocukların ölüm tarihi sorulduğunda ise daha büyük zorluk oluyordu.
Çocukların yaşları ve ölüm tarihleri tam bilinmiyordu. O zaman yeniden hep birlikte bir tartışma
başlıyor, tarihlere referans olacak olaylar konuşulmaya başlıyordu. Birbiriyle
çelişen bilgilerden sonra, kimi zaman yaklaşık bir bilgi kayda geçiyor, kimi
zaman ise not düşülüyordu sonra öğrenilmek üzere.
Bir sene sonra yeniden
aşılamaya gidildiğinde bütün bu kayıtlar çok işe yaradı, ne var ki daha kolay
bir aşılama dönemi olmadı. Bunun nedeni ise, giden şoförün yerine sekreterliğe
başvuran bir kişiyi şoför olarak işe almalarıydı. Yeni şoför araba kullanmayı
biliyordu ama bu çetin yollarda Jeep kullanmak tecrübe istiyordu. Yapılacak
fazla bir şey yoktu dikkatli olmaktan başka.
Yine uzak bir köyden
aşılamadan dönerken karanlık da basınca olanlar oldu ve Jeep kayalıklardan aşağıya
yuvarlandı. Neyse ki kimseye bir şey olmadı ama Jeep’i oradan çıkartmak da
mümkün olmadı. Bir süre sonra gelip parça parça çıkarmak zorunda kaldılar aracı.
Bu nedenle köylere yürüyerek gidilmesi gerekti çoğu zaman.
İlk aşı
kampanyasında hedef elbette ki %100’dü ama gerçekçi beklenti bunun altındaydı.
Birçok yer gibi bizim başarı oranımız da çok iyiydi %120 aşılama yaparak
hedefin üzerine çıkmıştık.
Bu başarı oranı, UNICEF
bu işe el atana kadar ve mecburi hizmetin, dolayısıyla da sağlık ocaklarının yeniden
devreye girmesine kadar aşılamanın ne kadar yetersiz yapıldığının bir
göstergesiydi.
Çin’deki sağlık
sisteminden esinlenerek toplum hekimliği adı altında yıllar önce kurduğu bu
sağlık sistemi yüzünden, Nusret Fişek hocamız Maocu olmakla suçlanmış ve derslerimize
girdiği dönemde sopalı bir saldırıya uğramıştı. Saldırı sırasında kafasından
yaralanmış ama hiç yolundan dönmemişti, ertesi gün kafası sarılı olarak yine
derse gelip bütün bildiklerini bize aktarmıştı bu sisteme sahip çıkmamız için.
Dağbaşı’nda
geçirdiğimiz günlerde kendisini sık sık anıyorduk. Zamanında bu sistemi kuran
ve işleten Nusret Fişek hocamız kendisiyle ne kadar gurur duysa azdı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder