o küçük ama çok küçük köyün adı bile yokluğunu anlatıyordu - Dağbaşı Köyü
Dağbaşı köyünün
eski adı Haruska imiş. Biz önce Haruska adını Rumca sandık ama değilmiş, Pontus
Rumcası olduğunu sanılıyor. Köyde konuşulan dilin yapısı biraz İngilizceye
benziyordu aslında, devrik bir cümle kuruluşu vardı. Örneğin, ben ona dedim ki
yerine ‘dedim ona ki ben’ deniyordu. Çok kullanışlı bir kelime olan ve cümle sonunda
anlamı çok güçlendiren ‘da’ kelimesi benim dilime en çabuk yerleşen kelime
olmuştu.
Bir de kendilerine göre deyişleri vardı, eve gittim, çıktım demek
yerine ‘çıktım evin üstüne’ denirdi, kimi zaman yokuşa iniş, inişe yokuş denirdi ki ben
hiç kavrayamamıştım ne zaman hangisini kastettiklerini. İniş ve yokuşun
neresinden baktığınıza göre iniş ve yokuş kavramı değiştiğinden kafam çok karışıyordu,
bildiğimi de karıştırdım zamanla.
Bu köyün ve
çevrenin en yaşlısı Teko dayı, sağlık ocağının karşısındaki eski ahşap evde eşi
ve 17 yaşındaki kızı ile yaşardı. Teko dayının kızı, inanılmaz güzellikte bir
genç kızdı. Onu ilk gördüğümde yüzü yarım kapalıydı, yüzünü açtığında karşımda
Nastassja Kinski’nin yüzü bana bakıyordu. Her konuştuğumda gülümseyen, utanınca
boynunu büküp örtüsüyle gülümsemesini kapatan aydınlık bir yüz. Havva’nın
annesi Teko dayının ilk eşi değil, Teko dayıya göre de yaşı hayli gençti. Teko
dayının geçmişte kaç eşi olduğunu bilmiyorum.
Teko dayı çok
yaşlıydı, öyle böyle değil bayağı yaşlıydı ama dinçti. Kimse tam bilmiyordu
yaşını, herkes başka bir şey söylüyordu. Biz bir belgeden 104 yaşında olduğunu
tahmin ettik. Teko dayı, evinin altında ikinci bir bakkal işletirdi ama öyle
her şey olmazdı orada, onun müşterisi de belliydi, sadece onlar oradan
alışveriş yaparlardı. Bakkal gibi de görünmezdi zaten dükkanı.
Teko dayı eski
eşkıya. Rumcaya benzer bir dil bilirdi, eski yazıyla yazıları vardı, kimi
sohbetlerde hatırlamak için açıp baktığında görmüştük. Teko dayı anlatırdı
eşkıyalık günlerini nadiren de olsa. Masal gibi gelen, gerçekliğine inanmakta
zorlanmadığınız ama gerçeküstü masallardı bunlar, zamanında neler olduğunu
kendi tarzıyla anlatırdı.
Birinci dünya
harbi sırasında Araklıyı Ruslar işgal etmişti. O zamanlar Sümela Manastırı’nda
hala insanlar yaşardı, diyordu. Bilenler bilir, Sümela manastırı sarp
kayalıklara kurulmuş azametli bir yer. Çıkması inmesi bir dert anlayacağınız.
Ruslar, işgal sırasında bayağı bir yatırım yapmışlar bölgeye, su arkları filan
inşa edilmiş. Yöre halkı fakir ama Ruslar zenginlik getirmişler.
Teko dayı ve eşkıya arkadaşları bu manastırı basmaya karar vermişler. Önce
oturup bir plan yapmışlar. Teko dayı, hikayelerini anlatırken uzanıp sandıktan
eski bir defter çıkarırdı, küçük pencereli ahşap evinin karanlığa yakın loş
odasında. Biz beklerken, o gözlüğünü takıp defteri pencereye doğru eğer okurdu
biraz. Sonra yüzünde hüzünlü bir gülümsemeyle anlatmaya devam ederdi. İnce,
titreyen elleri kendinden yaşlıydı sanki Teko dayının.
Çok hazırlık
yaptık, önce bir sedye bulduk, bir arkadaşımızı sardık sarmaladık, hasta gibi
yatırdık içine. Silahlarımızı da gizledik iyice. Gece karanlık çökünce,
tırmandık Sümela’ya. Varınca, papaza duaya geldik dedik onlara. Baktılar
halimize aldılar bizi içeriye. İşte atladık adamların üzerine, soyduk bir güzel
manastırı, vurduk sonra iniş aşağı.
Bir keresinde,
hiç adam öldürdün mü diye sorulduğunda, Teko dayı oturduğu yerde hafif kaykılmış,
yana eğdiği kafasını yukarı aşağı salladı bize bakmadan. Soruyu soran devam
etti, kaç kişi öldürmüşündür o zamanlar. Teko dayı, kafasını kaldırdı ve bu defa
soranın gözüne bakarak - bırak zaten günah işledik, bir daha mı günah işleyeyim
anlatıp da, diyerek cevap verdi.
Teko dayının
evinden aşağıya doğru gidip, köyün ortasından akan suyu geçince Karakol
komutanının oturduğu betonarme bina ve yanında da karakol çıkardı karşınıza.
Karakol, biraz yüksekçe bir yerdeydi arkası sarp kayalıktı. Bize söylendiği
kadarıyla buraya jandarma karakolunun kurulmasının sebebi, vadiyi takip eden yolun
sonundaki geçitten Gümüşhane ve Bayburt’a ulaşılması.
Karakol komutanı
Mehmet biz gelmeden kısa bir süre önce göreve başlamıştı, kendisi de eşi de çok
gençti. Köylüler onları bize anlatırken, kaçma kaçırmış karısını, dediler.
Komutan buraya göreve gelirken eşini kaçırarak gelmiş. Gelirken de yolda
evlenmişler. Bu olaydan dolayı kızın ailesi onlara küsmüş, görüşmüyorlarmış
hiç. Gülden çok üzülürdü, ailesini özlerdi.
Annem ve babam,
benim hamilelik haberimi alıp da köye geldiklerinde, babam hemen geleneksel
barıştırma görevini üstlendi. Benim oralarda davalarım var, üzülme kızım gider
babanla konuşurum, affederler sizi, demişti babam. Köyden döndüklerinde de
dediğini yaptı, Gülden ve Mehmet bir süre sonra aileleriyle barıştılar.
Bu kaçma kaçırma
denen şey en yaygın evlenme yollarından biriydi burada diyebilirim. Bir nedenle
evlenmelerine engel olunan gençler, hemen bir kaçma planı yapıp kaçıyor ve
yakalanıyorlar. Sonrası malum nikah, kısa ve net çözüm. Buna da kaçma kaçırma deniyordu.
Bir keresinde bu
kaçma kaçan çiftlerden biri yakalandığında, karakol komutanı ve doktor
kaçırılan kızdan ifadesini, hikayesini alıyorlar. Komutan, anlat bakalım nasıl
kaçırıldın diye soruyor, kız anlatıyor: komutan işte geldi o benim eve, attı beni
omzuna kaçırdı ormana. Komutan soruyor, sonra? Kız devam ediyor, işte sonra
götürdü beni ormana, koydu bir ağacın altına, tuttu memelerimi, sonra etekler
inişe külotlar yokuşa… diye devam ederken, komutan ayağa fırlayıp tamam tamam
anladım yeter, diye ifadeyi bitiriyor. İfadeyi yazan erin durumunu hep merak
etmişimdir.
Karakoldan okula
doğru inerken solda, daha yeni görünümlü ahşap bir ev daha vardı tek katlı. Müstahdem
Kazım otururdu orada. Kazım’ın babasının lakabı doktor. Askerliğini sıhhiye eri
olarak yapmış zamanında, köye doktor gelmeden önce o bakar, derman olurmuş
hastalara.
Kazım gençten,
güler yüzlü ve zeki bir adamdı ama çok mütevazi, sessiz, utangaç ve çekingen
tavırlarıyla pek belli etmezdi bunu. Kazım’ın genç bir eşi ve iki de küçük kızı
vardı.
Köyde televizyon
izlenememesine kafayı takan Kazım, gidip Trabzon’dan bir yükseltici aldı. Bir
şekilde görüntü elde etmeyi de başardı. Haber bize ulaştı, çok güzel cam gibi
gösteriyor dediler. Bir gidip bakalım dedik, bir de baktık ki ses iyi de
görüntü çok karlı, hiçbir şey görünmüyor. Kazım görüntünün çok iyi olmadığının
farkındaydı. Doktor bey, ben gidip tomarla kablo alacağım şu dağın tepesine
anten kuracağım, dedi.
Kazım’ın bu
girişimi, televizyon izlenebileceği konusunda umutları yeşertmiş, Mehmet
komutanı da şevke getirmişti ama antenin kurulacağı tepe konusunda bir
anlaşmazlık vardı. Yansıtıcının sağlık ocağının arkasındaki tepeden mi, yoksa
karakolun arkasındaki tepeden mi daha iyi görüleceği konusundaydı fikir
ayrılığı. Bu konuda bir uzlaşmaya varılamadığından iki koldan tomarla kablolar
ve antenler alındı.
Heyecanlı bir
yarış vardı köyde, kim cam gibi görüntü elde edecekti? Kazım takımını kurdu iki
kızı, eşi ve kendisi. Komutan takımını kurdu, kendi eşi, doktor ve doktorun eşi
- yani biz, birkaç tane de bu işe gönüllü er.
O kış iki farklı
dağa kablolar döşendi, Kazım zekasını kullandı ve kızlarının eline renkli küçük
bayraklar verdi. Kızlar evlerinin önünde duruyor, içeriden annelerinin verdiği
talimata göre cam gibi, iyi, ehh işte ve kötü anlamına karşılık gelen bayrağı
kaldırarak, sağlık ocağının arkasındaki dağın tepesinde duran babalarına görüntü
bilgilerini iletiyorlardı. Kazım dağın tepesinde, dürbünle bayraklara bakıyor
bayrağın rengine göre anteni çeviriyor, en uygun halini bulmaya çalışıyordu.
Komutan gündüz
vakti bu işi yapamadığından bizim takım gece çıkabiliyordu dağa. Gülden’in yeri
televizyonun önü, benim yerim pencerenin önü, arada bir er ve tepede komutan, doktor
ve iki er. Biz düdükle haberleşiyorduk, bir düdük-iki düdük-üç düdük. Aradaki
er bizden duyduğunu yukarıya iletiyordu düdükle. Bizim takımın işi zordu çünkü
çıktıkları tepe sarp kayalıktı.
Bu anten kurma
çabaları bir hafta kadar sürdü. Her iki takımın liderleri görüntüyü beğenmiyor,
takım üyelerine bu ne yaa, bu görüntüye mi iyi dediniz diyerek yeniden
çıkıyorlardı. Biz kadınlar, onların soğukta böyle kendilerini parçalamalarına
razı olamıyor, acıyor iyi yeter bu kadar diye düşünüyorduk. Onlar ise, iyi
dendiğinde anteni o kadar güçlükle sabitliyorlardı ki, görüntüyü görünce o
kadar zorluğun ardından büyük hayal kırıklığı yaşıyorlardı.
Bize anteni nasıl
yerleştirdiklerini anlattıklarında hak verdik onlara aslında. Zifiri
karanlıkta, kaygan kayaların üzerinde, rüzgara karşı yerleştirdikleri anteni,
taşlarla sabitlemeye çalışıyorlardı. Anten uçacak gibi olduğunda, onu yerinde
tutmak için biri hariç hepsi iki elleriyle kayaların üzerinde bir bayrak gibi
anteni tutuyorlar, adeta bir kahraman asker savaş anıtı görüntüsü
sergiliyorlardı. Bir kişi ise antenin dibine taş ve kaya parçaları yığıyordu.
Biz bu vatansever
görüntülü çabaları takdir etmekle birlikte, uzun saatler soğukta böyle
çabalamalarına razı olamıyorduk bir türlü. Ayrıca başarsalar bile bu anten her
an rüzgarla yön değiştirebilirdi, kadınlar olarak çok anlamsız gelmeye
başlamıştı bize bu çabalar.
Kazım ise sonunda
başarmıştı, çok iyi olmasa da izlenebilir bir görüntü elde etmişti, araya bir
yükseltici daha koyarak başarmıştı bunu. Kazım’ın galibiyeti hepimizce takdirle
karşılandı, bütün iş Kazım’ın evinden kablo çekmeye kalmıştı.
Televizyon
izlemek isteyenler kablolarla Kazım’ın evinden yayını evlerine taşıdılar, biz
de bağlandık. Kazım, iki gün sonra bu
böyle olmaz, ben elektrik harcıyorum o kadar, parayla olur ancak dedi ve yayını
kesti. Herkes biraz kırgın baktı Kazım’a ama haklıydı Kazım, o yüzden kabul
edildi ve aylık abonelik sistemi geldi.
Elektrik
kesilmediği sürece artık televizyon izleyebiliyorduk. Ne var ki bir süre sonra yayın
arada bir gece erkenden kesilmeye başladı. Kazım’ın eşi gece yatarken her şeyi
fişten çekip yatıyordu. Bir hayli mücadele ettik televizyon izlemek için, elektrik
kesilmediyse, Kazım yükselticiyi açmayı unutmadıysa, eşi fişi çekip yatmadıysa
izliyorduk işte.
Kazım bir süre
sonra rahatsızlandı, çalışamaz oldu. Evine ziyarete gittik, gayet sağlıklı
görünüyordu ilk bakışta, eşi endişeliydi o çağırmıştı bizi. Çaylarımızı içerken
Kazım anlatmaya başladı, Doktor bey dinliyorlar bizi, görüyor musun şu
telefonu, onunla dinliyorlar diyerek, sedirin üzerini işaret ediyordu, sedirde
sadece desenli küçük minderler vardı. Bununla mı diyerek, minderin birini
gösterdi eşim. Evet, doktor bey görüyor musun şu yuvarlakları, her numarayı
çevirdiğimde biliyorlar nereyi aradığımızı, kullanmıyorum ben de onu, dedi.
Kazım’ın geçmişte
de böyle rahatsızlandığını öğrendik sonra. Ara ara gider hastanede yatar,
ilaçlarını alıp iyileşince geri gelirmiş köye. Eşim önce ilaçlarının dozunu
ayarladı, biraz iyileşir gibi olduysa da, bir süre sonra artık kontrolden
çıkmaya başladı paranoyaları. O zaman, gelip aldılar Kazım’ı köyden. Dört-beş
ay gelemedi Kazım.
Bir gün köye ve görevinin başına geri döndü, her şey eskisi
gibiydi sadece Kazım biraz daha sessizdi ve biraz daha içine kapanmıştı sanki.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder