Dağbaşı 6 – Cam gibi

o küçük ama çok küçük köyün adı bile yokluğunu anlatıyordu - Dağbaşı Köyü

Dağbaşı köyünün eski adı Haruska imiş. Biz önce Haruska adını Rumca sandık ama değilmiş, Pontus Rumcası olduğunu sanılıyor. Köyde konuşulan dilin yapısı biraz İngilizceye benziyordu aslında, devrik bir cümle kuruluşu vardı. Örneğin, ben ona dedim ki yerine ‘dedim ona ki ben’ deniyordu. Çok kullanışlı bir kelime olan ve cümle sonunda anlamı çok güçlendiren ‘da’ kelimesi benim dilime en çabuk yerleşen kelime olmuştu. 


Bir de kendilerine göre deyişleri vardı, eve gittim, çıktım demek yerine ‘çıktım evin üstüne’ denirdi, kimi zaman yokuşa iniş, inişe yokuş denirdi ki ben hiç kavrayamamıştım ne zaman hangisini kastettiklerini. İniş ve yokuşun neresinden baktığınıza göre iniş ve yokuş kavramı değiştiğinden kafam çok karışıyordu, bildiğimi de karıştırdım zamanla.

Bu köyün ve çevrenin en yaşlısı Teko dayı, sağlık ocağının karşısındaki eski ahşap evde eşi ve 17 yaşındaki kızı ile yaşardı. Teko dayının kızı, inanılmaz güzellikte bir genç kızdı. Onu ilk gördüğümde yüzü yarım kapalıydı, yüzünü açtığında karşımda Nastassja Kinski’nin yüzü bana bakıyordu. Her konuştuğumda gülümseyen, utanınca boynunu büküp örtüsüyle gülümsemesini kapatan aydınlık bir yüz. Havva’nın annesi Teko dayının ilk eşi değil, Teko dayıya göre de yaşı hayli gençti. Teko dayının geçmişte kaç eşi olduğunu bilmiyorum.

Teko dayı çok yaşlıydı, öyle böyle değil bayağı yaşlıydı ama dinçti. Kimse tam bilmiyordu yaşını, herkes başka bir şey söylüyordu. Biz bir belgeden 104 yaşında olduğunu tahmin ettik. Teko dayı, evinin altında ikinci bir bakkal işletirdi ama öyle her şey olmazdı orada, onun müşterisi de belliydi, sadece onlar oradan alışveriş yaparlardı. Bakkal gibi de görünmezdi zaten dükkanı.

Teko dayı eski eşkıya. Rumcaya benzer bir dil bilirdi, eski yazıyla yazıları vardı, kimi sohbetlerde hatırlamak için açıp baktığında görmüştük. Teko dayı anlatırdı eşkıyalık günlerini nadiren de olsa. Masal gibi gelen, gerçekliğine inanmakta zorlanmadığınız ama gerçeküstü masallardı bunlar, zamanında neler olduğunu kendi tarzıyla anlatırdı.

Birinci dünya harbi sırasında Araklıyı Ruslar işgal etmişti. O zamanlar Sümela Manastırı’nda hala insanlar yaşardı, diyordu. Bilenler bilir, Sümela manastırı sarp kayalıklara kurulmuş azametli bir yer. Çıkması inmesi bir dert anlayacağınız. Ruslar, işgal sırasında bayağı bir yatırım yapmışlar bölgeye, su arkları filan inşa edilmiş. Yöre halkı fakir ama Ruslar zenginlik getirmişler.


Teko dayı ve eşkıya arkadaşları bu manastırı basmaya karar vermişler. Önce oturup bir plan yapmışlar. Teko dayı, hikayelerini anlatırken uzanıp sandıktan eski bir defter çıkarırdı, küçük pencereli ahşap evinin karanlığa yakın loş odasında. Biz beklerken, o gözlüğünü takıp defteri pencereye doğru eğer okurdu biraz. Sonra yüzünde hüzünlü bir gülümsemeyle anlatmaya devam ederdi. İnce, titreyen elleri kendinden yaşlıydı sanki Teko dayının.

Çok hazırlık yaptık, önce bir sedye bulduk, bir arkadaşımızı sardık sarmaladık, hasta gibi yatırdık içine. Silahlarımızı da gizledik iyice. Gece karanlık çökünce, tırmandık Sümela’ya. Varınca, papaza duaya geldik dedik onlara. Baktılar halimize aldılar bizi içeriye. İşte atladık adamların üzerine, soyduk bir güzel manastırı, vurduk sonra iniş aşağı.

Bir keresinde, hiç adam öldürdün mü diye sorulduğunda, Teko dayı oturduğu yerde hafif kaykılmış, yana eğdiği kafasını yukarı aşağı salladı bize bakmadan. Soruyu soran devam etti, kaç kişi öldürmüşündür o zamanlar. Teko dayı, kafasını kaldırdı ve bu defa soranın gözüne bakarak - bırak zaten günah işledik, bir daha mı günah işleyeyim anlatıp da, diyerek cevap verdi.

Teko dayının evinden aşağıya doğru gidip, köyün ortasından akan suyu geçince Karakol komutanının oturduğu betonarme bina ve yanında da karakol çıkardı karşınıza. Karakol, biraz yüksekçe bir yerdeydi arkası sarp kayalıktı. Bize söylendiği kadarıyla buraya jandarma karakolunun kurulmasının sebebi, vadiyi takip eden yolun sonundaki geçitten Gümüşhane ve Bayburt’a ulaşılması.

Karakol komutanı Mehmet biz gelmeden kısa bir süre önce göreve başlamıştı, kendisi de eşi de çok gençti. Köylüler onları bize anlatırken, kaçma kaçırmış karısını, dediler. Komutan buraya göreve gelirken eşini kaçırarak gelmiş. Gelirken de yolda evlenmişler. Bu olaydan dolayı kızın ailesi onlara küsmüş, görüşmüyorlarmış hiç. Gülden çok üzülürdü, ailesini özlerdi.

Annem ve babam, benim hamilelik haberimi alıp da köye geldiklerinde, babam hemen geleneksel barıştırma görevini üstlendi. Benim oralarda davalarım var, üzülme kızım gider babanla konuşurum, affederler sizi, demişti babam. Köyden döndüklerinde de dediğini yaptı, Gülden ve Mehmet bir süre sonra aileleriyle barıştılar.

Bu kaçma kaçırma denen şey en yaygın evlenme yollarından biriydi burada diyebilirim. Bir nedenle evlenmelerine engel olunan gençler, hemen bir kaçma planı yapıp kaçıyor ve yakalanıyorlar. Sonrası malum nikah, kısa ve net çözüm. Buna da kaçma kaçırma deniyordu.

Bir keresinde bu kaçma kaçan çiftlerden biri yakalandığında, karakol komutanı ve doktor kaçırılan kızdan ifadesini, hikayesini alıyorlar. Komutan, anlat bakalım nasıl kaçırıldın diye soruyor, kız anlatıyor: komutan işte geldi o benim eve, attı beni omzuna kaçırdı ormana. Komutan soruyor, sonra? Kız devam ediyor, işte sonra götürdü beni ormana, koydu bir ağacın altına, tuttu memelerimi, sonra etekler inişe külotlar yokuşa… diye devam ederken, komutan ayağa fırlayıp tamam tamam anladım yeter, diye ifadeyi bitiriyor. İfadeyi yazan erin durumunu hep merak etmişimdir.

Karakoldan okula doğru inerken solda, daha yeni görünümlü ahşap bir ev daha vardı tek katlı. Müstahdem Kazım otururdu orada. Kazım’ın babasının lakabı doktor. Askerliğini sıhhiye eri olarak yapmış zamanında, köye doktor gelmeden önce o bakar, derman olurmuş hastalara.

Kazım gençten, güler yüzlü ve zeki bir adamdı ama çok mütevazi, sessiz, utangaç ve çekingen tavırlarıyla pek belli etmezdi bunu. Kazım’ın genç bir eşi ve iki de küçük kızı vardı.

Köyde televizyon izlenememesine kafayı takan Kazım, gidip Trabzon’dan bir yükseltici aldı. Bir şekilde görüntü elde etmeyi de başardı. Haber bize ulaştı, çok güzel cam gibi gösteriyor dediler. Bir gidip bakalım dedik, bir de baktık ki ses iyi de görüntü çok karlı, hiçbir şey görünmüyor. Kazım görüntünün çok iyi olmadığının farkındaydı. Doktor bey, ben gidip tomarla kablo alacağım şu dağın tepesine anten kuracağım, dedi.

Kazım’ın bu girişimi, televizyon izlenebileceği konusunda umutları yeşertmiş, Mehmet komutanı da şevke getirmişti ama antenin kurulacağı tepe konusunda bir anlaşmazlık vardı. Yansıtıcının sağlık ocağının arkasındaki tepeden mi, yoksa karakolun arkasındaki tepeden mi daha iyi görüleceği konusundaydı fikir ayrılığı. Bu konuda bir uzlaşmaya varılamadığından iki koldan tomarla kablolar ve antenler alındı.

Heyecanlı bir yarış vardı köyde, kim cam gibi görüntü elde edecekti? Kazım takımını kurdu iki kızı, eşi ve kendisi. Komutan takımını kurdu, kendi eşi, doktor ve doktorun eşi - yani biz, birkaç tane de bu işe gönüllü er.

O kış iki farklı dağa kablolar döşendi, Kazım zekasını kullandı ve kızlarının eline renkli küçük bayraklar verdi. Kızlar evlerinin önünde duruyor, içeriden annelerinin verdiği talimata göre cam gibi, iyi, ehh işte ve kötü anlamına karşılık gelen bayrağı kaldırarak, sağlık ocağının arkasındaki dağın tepesinde duran babalarına görüntü bilgilerini iletiyorlardı. Kazım dağın tepesinde, dürbünle bayraklara bakıyor bayrağın rengine göre anteni çeviriyor, en uygun halini bulmaya çalışıyordu.

Komutan gündüz vakti bu işi yapamadığından bizim takım gece çıkabiliyordu dağa. Gülden’in yeri televizyonun önü, benim yerim pencerenin önü, arada bir er ve tepede komutan, doktor ve iki er. Biz düdükle haberleşiyorduk, bir düdük-iki düdük-üç düdük. Aradaki er bizden duyduğunu yukarıya iletiyordu düdükle. Bizim takımın işi zordu çünkü çıktıkları tepe sarp kayalıktı.

Bu anten kurma çabaları bir hafta kadar sürdü. Her iki takımın liderleri görüntüyü beğenmiyor, takım üyelerine bu ne yaa, bu görüntüye mi iyi dediniz diyerek yeniden çıkıyorlardı. Biz kadınlar, onların soğukta böyle kendilerini parçalamalarına razı olamıyor, acıyor iyi yeter bu kadar diye düşünüyorduk. Onlar ise, iyi dendiğinde anteni o kadar güçlükle sabitliyorlardı ki, görüntüyü görünce o kadar zorluğun ardından büyük hayal kırıklığı yaşıyorlardı.

Bize anteni nasıl yerleştirdiklerini anlattıklarında hak verdik onlara aslında. Zifiri karanlıkta, kaygan kayaların üzerinde, rüzgara karşı yerleştirdikleri anteni, taşlarla sabitlemeye çalışıyorlardı. Anten uçacak gibi olduğunda, onu yerinde tutmak için biri hariç hepsi iki elleriyle kayaların üzerinde bir bayrak gibi anteni tutuyorlar, adeta bir kahraman asker savaş anıtı görüntüsü sergiliyorlardı. Bir kişi ise antenin dibine taş ve kaya parçaları yığıyordu.

Biz bu vatansever görüntülü çabaları takdir etmekle birlikte, uzun saatler soğukta böyle çabalamalarına razı olamıyorduk bir türlü. Ayrıca başarsalar bile bu anten her an rüzgarla yön değiştirebilirdi, kadınlar olarak çok anlamsız gelmeye başlamıştı bize bu çabalar.

Kazım ise sonunda başarmıştı, çok iyi olmasa da izlenebilir bir görüntü elde etmişti, araya bir yükseltici daha koyarak başarmıştı bunu. Kazım’ın galibiyeti hepimizce takdirle karşılandı, bütün iş Kazım’ın evinden kablo çekmeye kalmıştı.

Televizyon izlemek isteyenler kablolarla Kazım’ın evinden yayını evlerine taşıdılar, biz de bağlandık.  Kazım, iki gün sonra bu böyle olmaz, ben elektrik harcıyorum o kadar, parayla olur ancak dedi ve yayını kesti. Herkes biraz kırgın baktı Kazım’a ama haklıydı Kazım, o yüzden kabul edildi ve aylık abonelik sistemi geldi.

Elektrik kesilmediği sürece artık televizyon izleyebiliyorduk. Ne var ki bir süre sonra yayın arada bir gece erkenden kesilmeye başladı. Kazım’ın eşi gece yatarken her şeyi fişten çekip yatıyordu. Bir hayli mücadele ettik televizyon izlemek için, elektrik kesilmediyse, Kazım yükselticiyi açmayı unutmadıysa, eşi fişi çekip yatmadıysa izliyorduk işte.

Kazım bir süre sonra rahatsızlandı, çalışamaz oldu. Evine ziyarete gittik, gayet sağlıklı görünüyordu ilk bakışta, eşi endişeliydi o çağırmıştı bizi. Çaylarımızı içerken Kazım anlatmaya başladı, Doktor bey dinliyorlar bizi, görüyor musun şu telefonu, onunla dinliyorlar diyerek, sedirin üzerini işaret ediyordu, sedirde sadece desenli küçük minderler vardı. Bununla mı diyerek, minderin birini gösterdi eşim. Evet, doktor bey görüyor musun şu yuvarlakları, her numarayı çevirdiğimde biliyorlar nereyi aradığımızı, kullanmıyorum ben de onu, dedi.

Kazım’ın geçmişte de böyle rahatsızlandığını öğrendik sonra. Ara ara gider hastanede yatar, ilaçlarını alıp iyileşince geri gelirmiş köye. Eşim önce ilaçlarının dozunu ayarladı, biraz iyileşir gibi olduysa da, bir süre sonra artık kontrolden çıkmaya başladı paranoyaları. O zaman, gelip aldılar Kazım’ı köyden. Dört-beş ay gelemedi Kazım. 

Bir gün köye ve görevinin başına geri döndü, her şey eskisi gibiydi sadece Kazım biraz daha sessizdi ve biraz daha içine kapanmıştı sanki.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder