Bana dokunan yazılmıştır olur da birinize dokunur veya dokunmazsa o sizden dolayıdır.

Mutlu olun, şair olmasanız da olur.  Süheyla T

Parçalandık - Birleştik

sinsi karanlık
uzandı
batırdı
pençesini
sıktı
parçaladı
bıraktı

parçalarımız
baktı
birbirine

yerden
iki el kalktı
birbirine
tutulu
kaldırdı
koydu bizi
yan yana

O değil

Mutsuzluk değildir o, 
zaman zaman durulduğunuzda 
dibe çökmüş kumlar gibi 
derinlerdeki hüzünlerin berraklaşması, 
usul usul kıpırdanmasıdır.

Kırılgan gülüşler

kıpırdanıyor
zayıf gülümsemeler
sönüyor 
menzilinden önce 
kırılgan
düşlerin dudak 
kenarında 
izi kalıyor
hem içinde 
hem dışında

Umut ötesi

umuttan daha fazla bir şey var 
umuttan daha başka 
olduğunu, olabildiğini bilmek

Yokum

yokum ben
bulduğunuz
gördüğünüz
duyduğunuz
anladığınız
hissettiğiniz
kadar varım
hepsi bu

Dağbaşı - Dağ Çiçeği (Pilot Hikaye Twitter'dan)

o küçük ama çok küçük köyün adı bile yokluğunu anlatıyordu - Dağbaşı Köyü

Zamanın birinde küçük, ücra bir Karadeniz köyünde, köyün kadınları mutfak pencereme gelip beni öğleden sonra çayına çağırdılar. 

Şimdi yemek yapıyorum birazdan gelirim desem de, söndür altını biz çayı demledik ha şu yokuşta yiyelim pastamızı (kek) dediler.

Elimden tutup, benim evin hemen yanı başındaki 'yokuşa' götürdüler beni, yere bir yaygı serildi oturduk hepimiz.

Evimin yanı başındaki bu yokuşa ilk defa çıkmıştım, çekiniyordum çünkü birisinin tarlasına girmekten. Bunu onlara söylediğimde çok güldüler.

Hiç olur mu öyle şey, senin evinin yanından geçen her şey senindir daa, canın ne zaman isterse gel istediğini kopar ye dediler.

Benim yokuşumda mısır ve fındık vardı, kalkıp uzun zamandır göz koyduğum taze fındıklardan topladım, çok yemeyesin haa diye de uyarıldım.

Kendimi tutamayıp çok yediğim o fındıklar daha sonra bir güzel alerjiye neden oldu ama olsun, yeşil yeşil fındıkları yemenin tadı hiçbir şeyde yoktu.

Bir yandan çay içip fındıkları yerken, bir yandan da etrafa bakıyordum. İşte tam o sırada kadınlardan biri beni büyüleyen bir şey yaptı.

'Ha şu çiçeğin güzelliğine bir baksana, ne oturup duruyorsun her gün evde' diyerek yerdeki mini minnacık bir çiçeği gösterdi bana.

Çiçeğe bakınca iki şey gördüm, çiçeğin dağda bayırda her yerde görülen bir çiçek olduğunu ve bu kadının her gün bu çiçeğe hayran olduğunu.

O gün bıraktım kendimi o alelade güzel çiçeğin güzelliğine ve gözümün, gönlümün perdelerini kaldırdım onlarla.

Sonra her gün geldiler benim mutfak pencereme ve alıp götürdüler beni bir yerlere. Kimi zaman uzun uzun hayran olduk küçük çiçeklere.

Kimi zaman da horon tepmeyi öğrettiler bana, horon teptik birlikte. Dere kıyısında başka hiçbir yerde duyamayacağım hikayeler duydum.

O köyde geçirdiğimiz iki senenin sonunda ben onlara ne verdim bilmiyorum, ama onlar bana yeni bir çift göz ve kulak verdiler. 

Dağbaşı 1 - Varış

o küçük ama çok küçük köyün adı bile yokluğunu anlatıyordu - Dağbaşı Köyü

Mecburi hizmet kuraları çekildiğinde ilk önce adıyla bizi şaşırttı, dağ başını çektim dedi eşim telefonda. İyi de nereyi çektin, adı ne köyün diye sordum. Eşim gülerek Dağbaşı’nı çektim, köyün adı Dağbaşı dedi.

Her şey bir bilinmezdi bizim için, adı Dağbaşı olan bir Karadeniz köyüne gidiyorduk iki seneliğine. Üniversiteden hocamız Nusret Fişek’in, Toplum Hekimliği derslerinde bize anlattığı ve kendisinin Sağlık Bakanlığı Müsteşarlığı yaptığı yıllarda, 1963’de kurulan ve hizmete başlayan Sağlık Ocaklarından birine gidiyorduk.

Eşyalarımız kamyonla arkadan geliyordu, sabah önce biz ulaşacaktık arkadan eşyalar. Bütün bildiğimiz yerleşebileceğimiz bir lojmanın olduğuydu. 

Yanımızda bavullarımız ve köpeğimizle ilk önce köyün bağlı olduğu Araklı ilçesine indik. Orada sağlık müdürlüğüne gelişimizi bildirdikten sonra, ilçenin çarşısını gezdik ve erzak alışverişi yaptık. Çarşıda birbirinden güzel yerel örtüleri görünce dayanamayıp birkaç tane aldım, daha sonra bir taksi bulup köye doğru yola çıktık. 

Taksi bizi götürürken merakla yol üstündeki her şeyi görmeye çalışıyorduk, yol bitmek bilmiyordu, bir an önce varmak için sabırsızlanıyorduk. 

Kara Dere kenarından giden yol arada daralıyor sonra biraz daha genişliyordu, başlarda asfalt olan yol bitmişti yolun geri kalan kısmı stabilizeydi. Yol üstünde birkaç köy daha gördük.

Manzara çok güzeldi, dere kıvrıla kıvrıla bize eşlik ediyor, iki yanında yemyeşil sarp tepeliklerle bir vadinin içinden geçiyorduk. Sonunda köye vardık, köye varınca sağlık ocağına da varmış olduk. Köy o kadar küçüktü ki yürüyerek bir ucundan diğer ucuna 10-15 dakikada yürünebiliyordu. 

Nüfusu 75 kişiydi, buna sağlık ocağı, ilköğretim okulu, karakol, postane ve cami çalışanları da dahildi. Bunların dışında köyde bir bakkal, bir kahve, bir de fırın vardı. Adı Dağbaşı olan köyümüz aslında vadinin dibindeydi ve çevre köylerle birlikte 6000 kişiye hizmet veren bir merkez köydü.

Biz taksiden indiğimizde yağmur yağıyordu, köpeğimizi kucağıma alıp ceketimle sardım, hava soğuk ve çok nemliydi. Biz etrafa bakınırken, sağlık ocağı personeli dışarı çıkıp bizi karşıladı. 

Durduğumuz yerden köyün geri kalan kısmındaki evleri görebiliyordum, herkes pencerelere çıkmış merakla bize bakıyordu. Uzun süre doktorsuz kalmış bu köye gelen doktoru ve ailesini merak ediyorlardı.

Biz gelmeden lojman temizlenmişti ama ben yine de bir bakmak istedim. Uzun bir lojman binası vardı, bize verilen lojman ilk baştaki üç odalı olandı. 

İçeriye girdiğimde, yerlerin zamanında beton olduğunu ama nemden ve bakımsızlıktan yıpranmış olduğunu fark ettim. Süpürmeye çalıştıkça sökülüyordu, kısa bir süre sonra vazgeçtim süpürmekten.

Eşyalar geldiğinde ilk yatak odasını hallettik, açılan kutuları düzleştirip yere serdik onun üzerine de halıları koyduk. Böylece önce yerleri kaplayıp hiç açıkta bir yer bırakmayarak topraklardan sakınmayı başardık. 

Bu arada sağlık ocağından yardım etmek için hemşire ve ebe de geldi. Merakla bakıyorlardı her şeye ama bizde bakılacak fazla bir eşya yoktu ki. Bir yatak, bir koltuk, bir küçük yemek masası, dört sandalye, bir yorgan, birkaç çarşaf ve havlu, az miktarda temel mutfak malzemesi, 6-7 kitaplık ve bir sürü kitap kutusu.

Merakla her kutuyu açtıklarında kitap görünce yarattığımız hayal kırıklığını hatırlıyorum, tek ilginç şeyimiz köpeğimizdi. Daha sonra anlattıklarına göre, köydekiler pencereden bize bakarlarken, kucağımdakinin ne olduğunu bir türlü anlayamamışlar, kimi çocuk demiş, kimi kuzu, kimi kürk sanmış. 

Az eşya olduğu için yerleşmek uzun sürmedi, ilk gün akşam olmadan hemen yerleştik sadece kitaplar kalmıştı açılıp yerleşecek. O akşam ebe hanım bizi yemeğe evine çağırdı, bizim bir ocağımız da olmadığından çok makbule geçti bu nazik davet.

Daha sonra bir aile gibi olduğumuz sağlık ocağı personeli, büyük bir özveriyle çalışıyor, çalıştıkları bölgeyi ve köylüleri iyi tanıyor bize çok yardımcı olup yol gösteriyorlardı.

Sabah uyandığımda, ilk fark ettiğim muhteşem bir manzara oldu. Pencereden görülen yemyeşil dağ manzarası, sisler içinde karşımdaydı. Hafif bir odun kokusu geliyordu dışarıdan, köy kokusu. Köyümüze varmış ilk sabahımıza uyanmıştık.

Dağbaşı 2 - Tanışma

o küçük ama çok küçük köyün adı bile yokluğunu anlatıyordu - Dağbaşı Köyü


Köydeki ilk sabahımızda mutfakta piknik tüpünde çay ve kahvaltı hazırlarken mutfak penceresinden ‘Yenge!’ diye bir ses geldi, bir çift mavi göz pencereye ancak yetişmiş bana sesleniyordu. Anladım ki burada teyze yerine yenge deniyordu.

Yenge senin çocuğun var mı, diye sordu. Çocuğum değil de köpeğim olduğunu öğrenince biraz bozuldu aslında ama belli etmemeye çalıştı. ‘Bugün sana gelecekmiş kadınlar annem öyle dedi’, annen kim senin, diye sordum Ebe Fatma dedi.

Ebe Fatma’nın beş yaşındaki kızı Şengül, başlı başına anlatılması gereken bir karakter. Her derde deva, bin bir marifet, sohbeti ilginç, annesinin sağ kolu ama bunlardan habersiz. Her sabah mutfak penceremde buluşurduk onunla, mutlaka bir şeyimiz olurdu paylaşacak. Ben ona kendi yaptığım sütlü ekmeklerden verirdim, o bana kendi dünyasında ne olup bittiğini anlatırdı.

Kadınlar gelecekti, hazırlanmak istiyordum onlar için ama nasıl olacaktı. Henüz bir fırın ya da düzgün bir ocağımız olmadığı için, onlara ikram edebileceğim bir şey yapamıyordum. Son çare bakkaldan bisküvi bulabildim ikram etmek için. Ortalığı biraz daha düzeltip, masanın üzerine ilçeden aldığım güzel yerel örtülerden birini örttüm.

Kadınlar öğleden sonra geldiler, hepsinin üzerlerinde örtüleri vardı ve yüzleri kapalıydı. Sırayla girdiler içeriye ve oturdular. Ben de geleneklere saygılı bir genç kadın olarak sıradan öptüm ellerini. Ben her el öptükçe, bir kıkırdamadır gidiyor. Ben de şaşkın gülümsüyorum.

Sonunda evde erkek olmadığından emin oldular ve açtılar örtülerini ve yüzlerini. O zaman anladım tabi niye güldürdüğümü onları. Kadınların çoğu benimle aynı yaşlardaydı, hele bir tanesi 15-16 yaşlarında bir genç kızdı.

Çok mahcup oldum, ne diyeceğimi bilemedim, yüzüm fena kızardı ama en azından birlikte güldük epeyce. Ben bir ara mutfağa gittiğimde kendi aralarında yeniden kıkırdamaya başladılar. Gelince sordum, yine ne yaptım da sizi güldürdüm diye.

Kafalarıyla masayı işaret ettiler, bir yandan da gülmeye devam ediyorlar. Masa örtüsüne güldüklerini anladım. Ya evet, sizin örtüler, Araklı’dan aldım çok beğendim, güzel olmuş mu dedim, bu sözümün üzerine birbirlerine yaslana yaslana gülmeye başladılar bir de. Sonunda biri açıkladı, bizim namaz örtümüz o, ona gülüyoruz diye.

Ben yine kızardım tabi, ama ne yapayım çok güzeldi, bilmiyordum, saygısızlık etmek istemedim gibilerden bir şeyler söyledim. Onlar, olsun olsun güzel olmuş diyerek beni kurtardılar. Ama gülüşmeler zincirleme gidiyordu.  Sonraları ben örtülerimi evin çeşitli yerlerinde farklı amaçlarla kullanmaya devam ettim, onlar da gülmeye devam etti. 

Zamanla ben de onları evlerinde ziyaret ettim, birbirimize ısınmıştık, beni olduğum gibi kabul ettiler, ne giydiklerime ne yaptıklarıma bir laf etmediler, sadece gülüşüyorduk birlikte halimize. 

Ben böyle evleri gezerken, orada burada tanıştığım kadınlarla içli dışlı olurken, bir gün  Fatma ebe beni bir köşeye çekti, ya senin kafanda bit var dedi. Nasıl oldu bu diye hayretle sordum, o da bana eh, sen her önüne gelene sarılırsan böyle olur tabi diyerek beni ne diyeceğimi bilemediğim bir durumla baş başa bıraktı. 

Hemen ilçeden bir bit şampuanı aldırdık ve ben herkesin görebileceği şekilde dışarıya oturdum, Fatma ebe'den bitlerimi ve yumurtalarını ince tarakla temizlemesini rica ettim. 

Fatma ebe, ne yapıyorsun herkes görecek burada dedi. İyi ya dedim, bende bit olduğunu görenler bana sarılmaz, böylece onlara da geçirmem. Yine pencerelerden bakıp epey eğlendiler benimle. Yatak, yorgan ne varsa çıkardık dışarıya, bütün ev benimle birlikte bir güzel güneşlendi ve temizlendi.

Burada gördüğüm köylü kadınların hepsi zayıftı, hiç kilolu olanını görmedim. Zayıf olmaları, çok hareketli olmalarından ve az et tüketiyor olmalarındandı sanırım. Bir defasında evi bir aşağı köyle bizim köyün arasında olan tanımadığım birisinden, ‘Yiri Fadime’ diye bahsettiklerini duymuştum, köyün tek kilolu kadını olduğu için böyle bir isim takılmış ona.

Bu küçük köyün kadınlarını tanıdıkça daha çok şaşırıyordum. Onları Dağbaşı’nın sarp yollarında sırtlarında dağ gibi yükleri, topladıkları dalları belleri bükülmüş taşırken görüyordum, bir yandan da çorap örüyorlardı yürürlerken. Kadınlar tarlada çalışıyor, sonra evde çalışıyor, çocuklarını büyütüyor, yaşamın her alanına yetişiyorlardı.

Erkekler eşlerinden bahsederken ev sahibim diyorlardı. Neden böyle dediklerini anlamak biraz zaman aldı. Kadınların bir çeşit üstünlüğü vardı, erkekleri çalışmaz kahvede otururdu. Bir keresinde dayanamayıp niye onlar da çalışmıyor dediğimde, benim elim ayağım tutuyor ben çalışıyorum, onu niye çalıştırayım ki demişti bir kadın. Eşini çalıştıran kadın, kendisini adeta aciz görüyordu. Dolayısıyla da her şeyi yapan, hayatı çekip çeviren olduğu için erkeklerin ev sahibiydi kadınlar. 

Dağbaşı 3 – Hayatın Renkleri

o küçük ama çok küçük köyün adı bile yokluğunu anlatıyordu - Dağbaşı Köyü

Dağbaşı köyünde yaşarken bir şeyi çok iyi öğrendim, hiçbir şey için acele etmenin faydası yoktu burada. Sakin sakin bekleyeceksin olana kadar. Örneğin evde ekmek mi yok, bakkala gidip alman lazım, bakkal dediğin yürüyerek üç dakika uzakta. Ama sen ona şöyle en azından bir yarım saat vereceksin, yoksa masada yemeğin soğur.

Bakkala gitmek üç dakika alıyor ama ekmeği alıp çıkmak duruma bağlı. Kimi zaman eşimden ekmek almasını isterdim, birkaç saat sonra eve ekmeksiz döndüğü olurdu. Alışmamız zaman aldı bu rahat olma, acele etmeme durumuna ama öğrendik ki, elbet o ekmek gün içerisinde bir zaman eve gelmeyi başarırdı.

İlk günlerimizden birinde ben daha bu gerçeği bilmezken, öğlen yemeğini masaya koyup ekmek almaya gittim bakkala. Bakkal dediğimiz geniş bir yer ama öyle bildiğiniz marketler gibi bir düzeni yok, her şey kenarlarda raflara yerleştirilmiş veya tavandan bir çengele asılmış, ortaya da çuvalların içinde kuru erzaklar konulmuş.

Bakkalda bildiğiniz bakkallarda satılan her şey yok, ama fazladan satılan şeyler var. Mesela yün, örgü malzemesi gibi tuhafiyeci malzemeleri, lastik ayakkabı, lüks lambası vs gibi günlük yaşam için gereken şeyler var. Taze sebze yok, yumurta, süt nadiren geliyor. Patates, taze fasulye, soğan var.  Domates ve salata malzemesi yok, şarküteri yiyecekleri yok. Konserve yiyecekler var. Yani kısacası, bozulacak şeyler pek yok.

Bakkal bir anlamda kahve gibi de kullanılıyor, önünde ve içinde küçük tahta taburelerde oturan erkekler var, uzun uzun sohbetler ediliyor, sohbet bitince uzun uzun susanlar da oluyor.

Bakkala ekmek almaya gittiğimde neler var diye etrafa biraz göz gezdirdim. Bakkal Temel Bey çok güler yüzlü, sıcakkanlı bir insandı beni tanıdı, hoş geldiniz dedi. Ayaküstü biraz sohbet ettikten sonra ben bir ekmek alacaktım dedim. Aaa olur mu hiç, bir çayımızı içmeden göndermem diyerek, kafamdaki öğlen yemeğine ekmek yetiştirme acelesini kaldırdı attı. Çayımızı içerken, içeriye ilköğretim okulunun müdürü girdi.

Okulun müdürü, sessiz kendi halinde bir öğretmen. Lakabı hacı hoca, bakkal Temel beni hacı hocayla tanıştırdı, hocam bakın doktor beyimizin ailesidir kendisi, diyerek. Oturduğum tabureden kalkıp elimi uzattım tokalaşmak için, memnun oldum dedi hacı hoca ama bir tereddüt oldu tokalaşmak için, tam elimi geri çekiyordum ki elini uzatıp parmaklarımın ucuyla tokalaştı.

Mesajı almıştım, okul müdürüyle tokalaşmak yok bir daha. Biraz sohbet ettik, çocuğunuz var mı diye sordu bana, yok ama düşünüyoruz buradayken dedim. İnşallah, Allahlın izniyle dedi. Ben de ona sordum, sizin çocuğunuz var mı diye, üç oğlum var Allah bağışlarsa dedi. Arkasından devam etti, Allah’a hep dua ettim Allah’ım bana kız çocuğu verme, bu dönemde dinimize uygun bir şekilde kız çocuk yetiştirmek çok zor çok, dedi. Çok şükür Allah dualarımı kabul etti ve bana üç erkek çocuk verdi, diyerek devam etti. Ben de Allah bağışlasın, dedim.

Bakkal Temel bana müdür beyin bize komşu olduğunu, bakkalın olduğu binanın ikinci katında oturduklarını söyledi. Köyde devlet memurları ve karakol komutanı betonarme yapılarda oturuyordu. Hepsi birbirinden çirkin, beton beyazıyla kalmış binalardı, sanki tam bitmemiş gibi bir görüntüleri vardı. Bizim lojmanlar dışında hemen hepsinin damları düzdü.

Köylüler ise bakımsız ama çok güzel ahşap binalarda oturuyorlardı. Kimisinin yanında veya altında ahırlar vardı. Ahırlar genelde boştu, çok az köylünün hayvanı vardı, o da birkaç tane. Hayvanlar yaylada dururmuş, köyde hayvanların duracağı veya otlayacağı düzlük bir alan da yoktu zaten. Pek düz olmamakla birlikte tek bir geniş alan vardı, orada da senede bir-iki kere yayladan ilçeye götürülen hayvanlar konaklıyordu kısa bir süre.

Çayım bitip, sohbetimiz doğal bir sona ulaşınca ben izin isteyip çıktım bakkaldan ekmeğimle. Eve girerken, komşularıma bir bakayım dedim ama kimseyi göremedim. Daha sonraki günlerde okul müdürünün çocuklarını damda oynarken gördüm. Aklım çıkıyordu onlar oynarken, birkaç kez seslendim, çocuklar kenara gelmeyin, aman dikkat edin düşmeyin diye. Bir keresinde annelerine yakalandım, yok bir şey olmaz onlara dedi bana. Pek konuşkan bir kadın değildi sanki.

Sağlık ocağına gelen hastaların çoğunluğu bir toplum hekiminin çözebileceği şikayetlerle geliyordu. Sağlık ocağını en zorlayan hastalar ise acil durumu olan ve hastane olanakları gerektiren, sağlık ocağında müdahale etmesi imkansız olan hastalardı. 

Bunların çoğunluğu da bitlenmeye karşı DDT kullanıldığı için zehirlenen çocuklardı. Köye ambulans gelmesini beklemek diye bir durum söz konusu değildi, gelirdi ama o kadar zaman beklemek riskli olduğundan, köyden birisinin aracıyla hastayı taşımak daha yerinde oluyordu.

Devlet, ocağa bir de Jeep vermişti aşılamalara giderken kullanılması için, onunla hasta taşımak da pek uygun bir iş değildi, çünkü çok sarsıyordu. Ayrıca devlet aracı vermişti ama yeterli benzin parası vermemişti. Çoğu zaman aracın benzinini biz kendi aramızda karşılamak zorunda kalıyorduk.

O gün karanlık ve sisli günlerden biriydi. Eşim öğlen yemeğine lojmana çıktığında yüzü sapsarıydı, hemen bir yere çöktü ve anlatmaya başladı, komşumuz okul müdürünün üç oğlundan biri damda oynarken aşağıya kafasının üstüne düşmüş ve durumu çok ağırmış. Eşim, elinden bir şey gelmediği için onları bir araçla ilçeye göndermek zorunda kaldığını, ocağın hemşiresinin de onlarla birlikte gittiğini söyledi.  Çaresizlikten omuzları çökmüştü, gözündeki yaşları silerken çocuğun durumu hiç iyi değildi, dedi çok alçak bir sesle.

Ben de donup kalmıştım, şaşkındım, üzgündüm, inanmak istemiyordum, kendimi suçluyordum niye engel olamadım o çocukların orada oynamasına diye, kızgındım bu duruma yol açan her şeye.

Nefesimizi tutarak haber bekledik onlardan o gün. Öğleden sonra Ayşe hemşire aradı telefonla, maalesef çocuğu daha yolda giderken kaybettik dedi.

Köyde bir sessizlik vardı, hepimiz susuyorduk. Kimsenin pek uyuyamadığı, çok kötü bir gece geçirdik. Üç gün sonra, okulun müdürü köye geldi, eşi yoktu yanında.

Herkes etrafına toplanmıştı bakkalın önünde. Dövünüyordu acılar içinde, benim yüzümden, benim yüzümden diyordu. Allah’a hep erkek çocuk versin diye yalvardığım için böyle oldu, Allah aldı benden, cezalandırdı beni diyor, tövbeler ediyordu.

Öyle yürek parçalayıcı bir durumdu ki, ne yapacağınızı bilemiyorsunuz. İçimden gidip adamcağıza, ondan değil, suçlama kendini demek geliyordu ama yapamıyordum. Kendisini bir suçtan dolayı cezalandırılmış gibi hissetmesine engel olmak istiyordum, sanki acısını hafifletirmiş gibi. Ama hiçbir şey onun acısını hafifletemezdi o anda, hiçbir şey.

Okul müdürü, daha burada kalamam ben dedi. Eşyaları toplamaya gelmiş, tayinini istetmiş. Köyden tanıdıkları eşyaları toplamasına yardımcı oldular, iki gün sonra gelen kamyona eşyalar yüklendi ve geride kalan iki oğlunu da yanına alıp acılarıyla gitti köyden.

Köyde ilk acımızı yaşamıştık, her rengini gösteriyordu hayat bize haber vermeden.

Dağbaşı 4 - Gaz Lambası

o küçük ama çok küçük köyün adı bile yokluğunu anlatıyordu - Dağbaşı Köyü

Penceremden gördüğüm Dağbaşı’nın dağ manzaralarına her gün biraz daha hayran oluyordum. Gün oluyordu sisler içinde kalıyordu, gün oluyordu güneş dağları aydınlatırken, gölgede kalan yerlerden dağların katmanlarını görebiliyordunuz. Hele kar yağdığında inanılmaz bir manzara oluyordu. O yıllarda İsviçre'den karlı dağ manzaralarının olduğu takvimler vardı, bizim manzaramız İsviçre'nin dağlarından çok daha güzeldi, üstelik penceremden görünüyordu.

Lojmanın en sevdiğim yanlarından biri de geniş pencere içleriydi. En zevkli kitap okuma yerlerimden biriydi benim, içine rahatça oturup manzaraya karşı okuyabilirdiniz kitabınızı.

Sağlık ocağı ve lojmanlar yan yanaydı, arazinin yapısından dolayı aralarında yükseklik farkı vardı, Lojmanlar sağlık ocağını yukarıdan görürdü. Sağlık ocağı hemen yolun kenarındaydı, lojmanlara ise ocağın bittiği yerden merdivenlerle çıkılıyordu. 

Merdivenlerin sonunda beton dökülmüş bir yoldan lojmanların arkasına, giriş kapılarının olduğu yere ulaşıyordunuz. Bu beton yol bakkalın olduğu binanın bitiminden başlayan fındık ağaçları ve mısırların yükseldiği benim ‘yokuşumun’ yanındaydı.

Lojmanların giriş kapılarının olduğu arka taraf, bir yanda lojmanların giriş kapıları diğer yanda taştan örülmüş bir duvarın olduğu uzun bir koridordu. Dağdan kopup gelen taşlar lojmana çarpmasın ve toprağı tutsun diye yapılmış bu yüksek duvar aslında pek öyle görevini yerine getiremiyordu. Zaman zaman yuvarlanan büyük büyük taşlar duvarı aşıp mutfak penceremin camını kırıyordu. Mutfakta iş yaparken her zaman bir kulağım taş seslerinde olurdu ve pencereye yakın durmaktan kaçınırdım.

Hava güzelse yuvarlak tahta masayı lojmanın yanındaki beton yola, yokuşumdaki mısırların yanına çıkarırdım. Güne burada kahvaltıyla başlardık, eğer hasta yoksa sağlık ocağından ebeler ve hemşireler de gelip katılırdı bize. Oturdukları yerden ocağın girişi görüldüğü için, hasta geldiğinde hemen inerlerdi. Bu oturmalar sırasında bir çay, bir kahve içerek bütün gün devam eden sohbetlerimiz olurdu.

Güneşli günler çok olmadığından ve ufku yükselten dağlar yüzünden güneş geç doğar, çabuk batardı o yüzden kaçırmak istemezdik güneşi. Hava genelde çok nemli olduğu için minderleri ve yorganları da havalandırmak için dışarıya güneşe çıkartırdık.

Biz sohbet ederken, ebe Fatma’nın çocukları Şengül ve Engin, bir de benim köpeğim Fıstık oynarlardı çevremizde. Şengül ve Engin pek sık olmamakla birlikte arada bir sürtüşürlerdi. Engin iki yaşında, Şengül ise beş yaşındaydı.

Bir gün, biz sohbetimizin çok koyu bir yerindeyken çocuklar kapıştılar, Engin’in sahici görünen oyuncak tabancası bir savaşa neden olmuştu. Aralarındaki bu paylaşım savaşını sonlandırmak için, barış gücü Fatma derhal müdahale ederek çekti aldı tabancayı ellerinden. Savaşın iki tarafı da bu sert müdahaleden hiç memnun olmayarak protestolara başladı.

Fatma, merdivenlerin tepesinde elinde tabanca kızgın bir şekilde onlara sözlerini duyurmaya çalışırken, hastalar geldi ocağa o sırada. Fatma kızgın sesini değiştirmeye fırsat bulamadan, elinde her an ateş edecekmiş gibi duran ve gelen hastalara doğrulttuğu tabancasıyla işaret ederek, gayet sert bir şekilde geçin siz içeriye ben geliyorum diye emretti.

Hastalar birbirlerine ve Fatma’ya baktılar, biraz büzüldüler küçülmeye çalıştılar, azcık geri adım attılar, Fatma hala elindeki tabancanın farkında değil ve tabancayı onlara doğru uzatmış sallayarak içeriye girin demeye çalışıyordu, bu defa daha yumuşak bir sesle, girsenize daa, niye girmiyorsunuz, diye sorunca. Hastalar hızlı bir şekilde ocağa sığındılar. Ben gülmekten konuşamadığım için sadece elimle işaret ediyordum tabancayı. Fatma’nın gözleri tabancaya indi ve sustu, çocuklar da şaşkın bir şekilde bu tiyatroya dalmış, ağlamalarına ara vermişlerdi. Tabanca bana Fatma aşağıya yollandı, çocuklar ve hastalar sakinleşti olay tatlıya bağlandı.

Güneşi gördüğümüz her gün, Pazar kahvaltısı tadında yapılan bu kahvaltılar sırasında bir de arılar gelirdi, arıları kovalamaktan rahat kahvaltı edemiyorduk, sonunda arılara da kahvaltı ikram etmeye karar verdim. Ne yedikleri belliydi, reçel ve bal seviyorlardı kahvaltıda.

Önce bir çay bardağı tabağına biraz bal koydum, masadaki reçelin, balın üzerindeki arılara doğru yaklaştırıp dikkatlerini bu yeni şeker kaynağına çektim, sabırla tek tek topladım onları, başka bir arının oradan yediğini gören diğer arılar daha kolay geliyorlardı. Bütün arıları tabağa topladıktan sonra, tabağı yavaşça biraz uzağımızda yere bıraktım. Bunu her gün yapmaya başlayınca arılar öğrendiler, huzur içinde kahvaltı edecekleri bir yer olması onları da mutlu etmişti belli ki. Saatlerimizi de öğrenmişlerdi, her gün düzenli gelen 7-8 arım olmuştu sonunda, ben masayı kurarken etrafımda döner kahvaltı servisini beklerlerdi.

Arılarımın bolca fotoğraflarını da çektik kahvaltı ederlerken, kimi fotoğrafları çekerken daha iyi görünsünler diye büyüteç de kullandık. Bir düzen içerisinde kahvaltı ediyordu arılar, yan yana dizilip önlerindeki reçeli balı yiyorlardı, biz masadan kalkıp gidince, onlar da gidiyordu işin garibi. Bir ara arıların bizim konuşmalarımızı dinlemeyi sevdiklerini bile düşündüm.

Bu arada sağlık ocağının işleyişinde bazı pürüzler oluyordu, bunun nedeni şoför olarak işe başvuran bir kişiyi sekreter olarak işe almalarıydı. İyi niyetli ve güler yüzlü sekreter Hasan, işini canla başla yapan düzenli bir kişiydi. Görevi, hasta dosyalarını, gelen giden yazışmaları takip etmek, dosyalamak, gerektiğinde bazı yazıları daktilo ile yazmaktı.

Bir süre sonra, eşim diğer köylerin doktorlarına giden yazışmaların kendisine ulaşmadığını fark etti. Önce niye kendisine gönderilmediğini anlamak için müdürlükle konuştu ama yazışmaların herkese gönderilmiş olduğunu öğrenince Hasan’a yeniden sordu. Hasan, gelen yazışmaların olduğu dosyayı getirerek, işte hepsi burada Doktor bey, dediğinde anlaşıldı ki Hasan gelen yazışmaları hiç vakit kaybetmeden anında dosyalıyordu, ama şöyle ki hiç kimseye okutmadan dosyalıyordu.

Daha sonra ocaktan giden bazı yazışmalarda da sorun çıkmaya başladı, Hasan yazışmaları kendi Karadeniz aksanıyla yazıyordu. Neyse ki yazışmaları görülmeden gönderme huyu yoktu.

Bütün bunlar karşılaşılan bazı pürüzlerdi ve aşılmayacak şeyler değildi. Daha sonra işten ayrılan şoförün yerine de sekreterliğe başvuran bir kişiyi tayin edeceklerdi ki, biz bunun nasıl bir trajediye yol açacağını henüz bilmiyorduk.

Köyü tarif ederken, içinden geçen suyu da unutmamalı. Sağlık ocağından çıkıp, bakkalın önünden geçip karakola doğru yürürken önünüze dağdan gelen, dereye ulaşan bir su çıkar. Bu su çok sığ bir su olduğu için köprü gerektirmez ama ayağınızı, paçanızı ıslatır. Suyun içine köprü niyetine üzerine basa basa geçilsin diye büyükçe taşlar konulmuş. Köye ağır misafirlerimiz geldiğinde karakolun askerleri tarafından suyun üzerine geçici olarak keresteler konulurdu.

Geceleri geçerken daha fazla dikkat etmeniz gereken bir yanı vardır bu suyun, karanlıkta fenerle önünüzü görmeye çalışırken, taşların başka sahipleriyle karşılaşırsınız. Çok zordur onları görmek karanlıkta ama sesleriyle kendilerini belli ederler. Başka hiçbir yerde görmediğim büyüklükte, iri kurbağalardır bunlar.

Bu iri kurbağalar öylece oturur ve adeta -şimdi kalkamayacağım yerimden sen yandan geç, der gibi bakarlardı size. Kurbağalar o kadar hantallardı ki hoplamaları da hoplamak gibi değildi, derin bir ses çıkarıp iri vücutlarını güçlükle kaldırıp az öteye indirirlerdi.

Kurbağaların haşmetli görünüşü ve çıkardıkları sesler benim köpeğimi çok ürkütüyordu, hiçbir şeyden korkmayan Fıstık, bu suya yaklaşırken kucağıma zıplardı. Geceleri elektrik kesildiğinde bu sudan geçmek ise başlı başına bir beceri gerektiriyordu.

Elektrikler sık sık kesilirdi köyde ve nedenine bağlı olarak kimi zaman iki-üç gün gibi uzun bir süre gelmezdi. İşte o zaman zifiri karanlık nedir öğrenirsiniz. Hiçbir ışık kaynağı yok, hiçbir şey ama hiçbir şey görünmüyor. İlk kez bu zifiri karanlıkta fenersiz dışarıya çıktığımda çok şaşırmıştım, karanlık sanki yerçekimini yok etmişti, havada yürüyormuşum gibi hissettim kendimi, bu yüzden adım bile atamamıştım.

Kimi geceler ise elektrik kesilir sonra sabah olmadan gelirdi. Birkaç kez lafın arasında akşam yine elektrik kesildi diye bahsederken köylülerden, yoo bizde kesilmedi, diyenler oluyordu. Bu bize garip gelmişti, acaba bizim lojmanda mı sorun var diye düşünmeye başlamıştık. Daha sonra, ebe Fatma’nın eşi Mahmut öğretmen bu konuya bir açıklık getirdi. Elektrik her yerde kesiliyordur da, onlar akşamdan yattıkları için kesildiğini fark etmiyorlardır, dedi. Bunu söylerken Mahmut öğretmenin yüzünde bizimle eğlenen bir gülümseme vardı sanki.

Dağbaşı köyüne elektrik biz gelmeden üç ay önce gelmişti. Bir üst sağlık ocağının olduğu köye ise elektrik gelmemişti henüz. Elektriğin olmadığı sağlık ocağındaki doktor arkadaşın ve eşinin 2-3 aylık bebekleri vardı, bebek büyürken geceleri ışık kaynağı olarak sadece gaz lambalarını görmüştü.  Ocağın elektrik tesisatı vardı, tavanda ampuller bile vardı ama elektrik yoktu.

Bebek 10-11 aylık olduğunda tatilde memleketlerine, İzmir’e gittiler. İzmir’de ilk gece, bebek tavandaki ışığı görünce çok şaşırmış ve gözlerini tavandaki ışıktan alamamış, ondan sonra da bakıp durmuş hep tavana. Tatilleri bitip köye döndüklerinde ise bebecik tavana bakmaya devam etti ama bu defa ışık nerede diye bakıyordu.

Dağbaşı’na elektriğin gelişinin bize anlatılan güzel bir hikayesi vardır. Uzun bir süre elektrik gelecek hazırlıkları yapılmış, birçok kereler bağlanması gecikmeye uğramış ama en sonunda elektriğin bağlanacağı gün belirlenmiş.  Devlet erkanın da geleceği büyük bir tören hazırlanmış köyde, her taraf süslenmiş, köyün meydanı sayılabilecek düzlüğe toplanmış herkes. Tören daha etkili olsun diye köylülerden gelirken gaz lambalarını da yanlarında getirmeleri istenmiş.

Törende konuşmalar yapılmış, teşekkürler edilmiş, horonlar tepilmiş, sonra elektriğin açılması için şalter kaldırılmış ve elektriğin gelişini kutlamak için hep birlikte gaz lambaları yere atılıp kırılmış.

Tören bitmiş herkes evine çekilmiş, devlet erkanı mutlu ve gururlu geldikleri yerlere dönmüş. O gece, herkes ışıklarını açmış elektriğin keyfini sürerken, bir saat sonra aniden elektrikler kesilmiş. Hiç kimsenin evinde gaz lambası kalmadığından bütün köy o geceyi karanlıkta geçirmiş.

Bu elim olayın ardından köyün vazgeçilmezi olduğunu ispatlayan gaz lambaları, gururla otururdu her evin başköşesinde.



Dağbaşı 5 - Adnan

o küçük ama çok küçük köyün adı bile yokluğunu anlatıyordu - Dağbaşı Köyü

Dağbaşı köyündeki günlerimi biraz havaya bağlı olarak, çoğu zaman evin içinde, güneşli günlerde ise dışarıda geçiriyordum. Bolca kitabımız, dergilerimiz vardı okunacak, küçük bir televizyonumuz da vardı ama sadece Rus kanallarını çekiyordu. Vadinin dibinde ve yüksek dağlarla çevrili olduğumuz için radyolar da pek çekmiyordu.

Elektrik kesik değilse yanımızda getirdiğimiz ilk bilgisayarımız Sinclair - ZX Spectrum ile oyun da oynayabiliyordum. Bu minik, hesap makinesi gibi görünen ve bizi bilgisayar denen şeyle tanıştıran aletle, sağlık ocağı için ilk hasta takip sistemini de kurmuştuk. Fazla programı olmayan - varsa bile biz erişemiyorduk – bu şeytan çekici şey ile kendi programınızı kendiniz yapmanız gerekiyordu. Basic programlama dili kullanıyordu ve yine kendisi gibi küçücük bir termal yazıcısı vardı. Köyde bizim köpek ve kitaplardan sonra ilgi çeken üçüncü şeyimizdi.

Köyde gazete bulunmuyordu, büyük bir eksiklik hissediyordum. Köyün bir minibüsü vardı ilçeye gidip gelen. Minibüsün şoförü çok kalın gözlükleri olan, kör Mecit lakaplı az konuşan bir adamdı. Bu lakabın gözlükler yüzünden olduğunu düşünmüştüm, ama daha sonra gözlerinin gerçekten çok az gördüğü için bu ismin verildiğini şaşkınlık içinde öğrendik. Peki, nasıl kullanıyor bu tehlikeli yolda diye sorduğumuzda aldığımız cevap bizi daha da korkutmuştu, yolları ezbere bilir o arabanın önünü görse yeter, demişlerdi.

Biz, bir cesaret kör Mecit ile konuşup bize her gün gazete getirebilir mi diye rica ettik. Pek hoşlanmadı bundan, parası ne olacak dedi, nereden alayım dedi, biz her güçlük için bir çare üretip abone oluruz, toptan öderiz diyerek sonunda ikna ettik.

Ertesi gün büyük bir heyecanla gazetemi bekledim ve akşama gazete geldi. Hepsini hemen okumayıp ertesi gün sabah, günlük gazete gibi okurum diye bıraktım. Ertesi sabah kahvaltıda uzun uzun gazete keyfimi yaptım. Bilmecelerimi de çözüp tamamen bitirdim okumayı.

Akşam olduğunda Mecit’den o günün gazetesini almaya gittik. Mecit, hayretle bize bakarak ne gazetesi, dedi bize. Hani bize gazete getirecektin, konuşmuştuk diye sorduğumuzda, ee dün getirdim ya her gün, her gün gazete mi olur, dedi. Ne yaptıysak, gazeteyi her gün okumak istediğimiz konusunda razı edemedik. Sonunda haftada bir ya da 10 günde bir toplu getirmesini rica ettik. Ona olur dedi ama hiç düzenli getirmedi bize gazetelerimizi. Kimi zaman biz ilçeye indiğimizde biriken gazetelerimizi alıyorduk. Kısa bir süre sonra, gazete bayii de biriktirmekten vazgeçince tamamen gazetesiz kaldık.

Köye geldikten kısa bir süre sonra, ilçedeki beyaz eşya satan bir yerden taksitle ihtiyacımız olan fırın, buzdolabı, çamaşır makinesi gibi beyaz eşyaları alıp eksikleri tamamlamıştık. Çamaşır makinesini suyun yetersizliğinden dolayı kullanamıyorduk, ama almışken hepsini birden almıştık işte.

Fırından aldığımız ekmeğin içinden, çerçöp ve her türden çıkmaması gereken şeyler çıktığını görünce, ben evde ekmek yapmayı öğrendim. Fırın dere suyunu kullanıyordu anladığımız kadarıyla. Sadece ekmek yapmayı değil başka hamur işlerini bile yapmayı öğrendim. Benim için çok değişik bir durumdu.

Yemek ve ev işleriyle aramın olmadığını bilen annem, yaptıklarımı duyduğunda kulaklarına inanamadı. Muhtemelen garip bir zevk almış olabilir bu durumdan. Yıllarca uğraşmıştı bana bir şeyler öğretmek için, ben inatla direnmiştim hiç bir şey öğrenememek için. O iki yıl içinde hiç yapmadığım yemekleri yapmasını öğrendim ve hiç yapmadığım kadar yemek yaptım. Kısıtlı malzemeyle yemek yapmak için yaratıcı olmanız gerekiyor. Anlaşılacağı gibi bolca da kafadan yemek uydurdum.

Dağbaşı köyünde yapmayı öğrendiğim tek yeni şey zor ve değişik yemekler değildi, soba yakmayı da öğrenmiştim. Bu konuda Fatma ebe, her derdimizde olduğu gibi baş danışmanım ve öğretmenimdi. İlk başlarda bütün evi, belki de köyü duman altı etmiş olabilirim ama en azından o sobayı tüttürme işleminin kendisinin de sobayı yakmaya çalışanı nasıl ısıttığını da öğrendim.

Çocukluğumdan hatırladığım soba sefalarının hepsini bir bir yeniden yaşamaya çalışıyordum. Elbette her birini yaparken onların ucuna takılıp gelen anılar da birer hikaye olup anlatılıyordu sobanın etrafında. Soba hikayeleri diye bir şeyin var olduğunu düşünüyorum.

Karlı gecelerde elektrik kesildiğinde, babaannemden kalma antika diye sakladığım gaz lambasını yakar, sobanın sıcaklığına sığınıp dışarıdaki karın beyazlığını izlerdim. O huzur ve loşluk, uykumu çabuk getirmekle birlikte, uzun sohbetlere de sıcak bir ortam sağlardı.

Dağbaşı köyündeki yaşamımız ve benim çalışmıyor olmam, artık bir çocuğumuzun olmasına karar vermek için uygun bir zaman olarak göründü bize. Sadece tek bir şeyden emin olamıyorduk. Benim yeniden rahatsız olma ihtimalim.

Köye gelmeden 6-7 ay önce, spontaneous pneumothorax denilen tatsız bir hastalığım olmuştu ve tekrarlama ihtimali vardı. Aradan epey zaman geçmişti ve her an tekrarlayabilir diye bekleyip durmanın anlamsız olduğunu düşündük. Kısa bir süre sonra da sevinçli haberi aldık.

Bu arada ilköğretim okulu bir süredir eğitimine müdürsüz devam ediyordu. Sonunda yeni müdür tayin oldu. Yeni okul müdürümüz eşi ve iki çocuğuyla köye vardı.

Bu güzel aile ile tanışır tanışmaz kaynaştık. İsmail, daha önce sürüldüğü yerden tayinini isteyerek oraya gelmişti. Eşi Bahar da öğretmendi ama yeni doğmuş bebekleri olduğu için çalışmıyordu. Ailenin çocukları dört yaşındaki Adnan ve üç aylık Çığıl, güzellikleri ve tatlılıklarıyla hemen çok önemli bir yer tutmaya başladılar günlük yaşamımızda.

İsmail, aydınlık ve güler yüzlü bir öğretmendi. Sohbetlerini şakalarıyla süsler, gülerken gözünün içi gülerdi. Yüzüne bakarken içimin aydınlandığını hatırlıyorum. İlk tanıştığımızda edindiğim izlenim, ilköğretim okulu için ne kadar şanslı bir durum olduğunu düşündürmüş ve sevindirmişti beni. Oysa bilmiyordum ki İsmail’in o okula müdür olarak gelmesi benim için de büyük bir şansmış. Kimi zaman kesişen yollar biz görmesek de geleceğe iz bırakıyorlar.

Hem Bahar, hem de İsmail ile kısa sürede çok iyi arkadaş olduk, hemen hemen her gün birbirimizi ziyaret ediyor, saatlerce konuşuyor, gülüyor, çok güzel vakit geçiriyorduk. Onlar, bizim çok önemli bir yokluğumuzu dolduruyorlardı o köyde, arkadaş yokluğu.

Adnan akıllılığı, sıcaklığı ve şirinliğiyle ikimizi de fethetmişti. Oyunlar oynuyor, sohbetler ediyorduk onunla. Eşimin babasının köyde kullanalım diye gönderdiği Doğan arabaya binmeyi de çok seviyordu, babasının arabasını eski buluyor, bizimle geliyordu her yere. Adnan’ın arabalara olan düşkünlüğü arabalarla ilgili derin bilgisinden, sorduğu sorulardan ve en çok da hızlı gitme tutkusundan kolayca anlaşılabilirdi. Arka koltuktan ikimizin arasından kafasını uzatır, eliyle vites değiştirir gibi yaparak dörtle doktor amca dörtle, diye bizi gaza getirirdi. Araba biraz hızlanınca da, haydi şimdi bir de kemençe kaseti koy demesi, her defasında bizi güldürürdü.

Adnan ve Çığıl’ın bizlere verdiği sıcaklık, yakınlık ve tatlı anlar yıllar boyu benimle kaldı. Benzer şeyleri hissettiğim anne ve babaları da şimdi internet sayesinde yeniden görüştüğüm değerli dostlarım olmaya devam ediyorlar.

Bahar ile sohbetlerimiz sırasında ortak bir şeyimiz olduğunu bulduk. Baharın ağabeyi ve benim ağabeyim aynı yıllarda ADMMA’da (Yükseliş) öğrencilik yapmışlar. Bahar ağabeyinin hikayesini anlatmaya başlayınca, benim hikayem de içimde yerini buldu.

Yıllar önce, o soğuk Aralık gecesinde her zaman olduğu gibi, gece okuyan ağabeyimin eve dönmesini bekliyorduk. Gelmesi gerektiği saatte gelmemiş, telefon da etmemişti. Okuldan çıkınca bazen yakın bir kahvede toplanırlardı ama haber verirdi öyle bir durumda. Babam giderek huzursuzlanıyor, ne yapacağını bilemiyordu. Bir süre sonra, sağa sola telefon etti bir olay, bir kaza var mı diye sordu ama bir şey öğrenemedi. Sonunda saat gece yarısını geçince artık dayanamadı ve ben aramaya gidiyorum, dedi. Babam, çıktıktan 10-15 dakika sonra ağabeyimle birlikte geri geldi. Eve girdiklerinde ağabeyim sürekli olarak babamdan özür diliyordu, babam ve ağabeyim her ikisi de titriyorlardı.

O, 15 Aralık 1977 gecesinde ağabeyim okuldan çıkınca kahveye gitmek yerine arkadaşlarıyla başka bir yere gitmiş, gittiği yerden telefon edememiş ama acı haber onların bulunduğu yere gelmiş. Her zaman gittikleri Albayrak Kahvesinde bomba patlamış, bunu duyunca bizi daha fazla meraklandırmamak için hemen yola çıkmış, babamla da evin az aşağısında sokakta karşılaşmışlar.

İşte o gece Bahar’ın ağabeyi Adnan Şahingöz, benim ağabeyim gibi şanslı olamamış. Ne yazık ki o patlamada biri Adnan iki genç ölmüş, çok sayıda öğrenci yaralanmıştı. Biz bilmiyorduk ama o gece henüz tanışmadığımız Bahar’ın ağabeyi ile ölen diğer genç ve yaralanan gençler için üzülüyor, kendi korkularımızı yaşıyorduk.

Boyutları çok farklı da olsa aynı dehşeti, aynı geceyi ikimiz de yaşamıştık. Bu acı anıları konuşurken çok duygulanıyor, birbirimize daha fazla yaklaşıyorduk, aramızda güçlü bağlar oluşuyordu. Küçük Adnan dayısının adını taşıyordu.


Şimdi aradan yıllar geçti, Adnan ve Çığıl büyüdüler. Ali Adnan Özgür bir film yönetmeni oldu ve bizi gururlandırıyor, önemli bir yönetmen olma yolunda sağlam adımlarla ilerliyor. Çığıl, genç bir doktor şimdi, Gezi direnişinin doktorlarından, o günlerde yazdığı bir mektupla o da hepimizi duygulandırdı ve gururlandırdı. 

Dağbaşı 6 – Cam gibi

o küçük ama çok küçük köyün adı bile yokluğunu anlatıyordu - Dağbaşı Köyü

Dağbaşı köyünün eski adı Haruska imiş. Biz önce Haruska adını Rumca sandık ama değilmiş, Pontus Rumcası olduğunu sanılıyor. Köyde konuşulan dilin yapısı biraz İngilizceye benziyordu aslında, devrik bir cümle kuruluşu vardı. Örneğin, ben ona dedim ki yerine ‘dedim ona ki ben’ deniyordu. Çok kullanışlı bir kelime olan ve cümle sonunda anlamı çok güçlendiren ‘da’ kelimesi benim dilime en çabuk yerleşen kelime olmuştu. 


Bir de kendilerine göre deyişleri vardı, eve gittim, çıktım demek yerine ‘çıktım evin üstüne’ denirdi, kimi zaman yokuşa iniş, inişe yokuş denirdi ki ben hiç kavrayamamıştım ne zaman hangisini kastettiklerini. İniş ve yokuşun neresinden baktığınıza göre iniş ve yokuş kavramı değiştiğinden kafam çok karışıyordu, bildiğimi de karıştırdım zamanla.

Bu köyün ve çevrenin en yaşlısı Teko dayı, sağlık ocağının karşısındaki eski ahşap evde eşi ve 17 yaşındaki kızı ile yaşardı. Teko dayının kızı, inanılmaz güzellikte bir genç kızdı. Onu ilk gördüğümde yüzü yarım kapalıydı, yüzünü açtığında karşımda Nastassja Kinski’nin yüzü bana bakıyordu. Her konuştuğumda gülümseyen, utanınca boynunu büküp örtüsüyle gülümsemesini kapatan aydınlık bir yüz. Havva’nın annesi Teko dayının ilk eşi değil, Teko dayıya göre de yaşı hayli gençti. Teko dayının geçmişte kaç eşi olduğunu bilmiyorum.

Teko dayı çok yaşlıydı, öyle böyle değil bayağı yaşlıydı ama dinçti. Kimse tam bilmiyordu yaşını, herkes başka bir şey söylüyordu. Biz bir belgeden 104 yaşında olduğunu tahmin ettik. Teko dayı, evinin altında ikinci bir bakkal işletirdi ama öyle her şey olmazdı orada, onun müşterisi de belliydi, sadece onlar oradan alışveriş yaparlardı. Bakkal gibi de görünmezdi zaten dükkanı.

Teko dayı eski eşkıya. Rumcaya benzer bir dil bilirdi, eski yazıyla yazıları vardı, kimi sohbetlerde hatırlamak için açıp baktığında görmüştük. Teko dayı anlatırdı eşkıyalık günlerini nadiren de olsa. Masal gibi gelen, gerçekliğine inanmakta zorlanmadığınız ama gerçeküstü masallardı bunlar, zamanında neler olduğunu kendi tarzıyla anlatırdı.

Birinci dünya harbi sırasında Araklıyı Ruslar işgal etmişti. O zamanlar Sümela Manastırı’nda hala insanlar yaşardı, diyordu. Bilenler bilir, Sümela manastırı sarp kayalıklara kurulmuş azametli bir yer. Çıkması inmesi bir dert anlayacağınız. Ruslar, işgal sırasında bayağı bir yatırım yapmışlar bölgeye, su arkları filan inşa edilmiş. Yöre halkı fakir ama Ruslar zenginlik getirmişler.


Teko dayı ve eşkıya arkadaşları bu manastırı basmaya karar vermişler. Önce oturup bir plan yapmışlar. Teko dayı, hikayelerini anlatırken uzanıp sandıktan eski bir defter çıkarırdı, küçük pencereli ahşap evinin karanlığa yakın loş odasında. Biz beklerken, o gözlüğünü takıp defteri pencereye doğru eğer okurdu biraz. Sonra yüzünde hüzünlü bir gülümsemeyle anlatmaya devam ederdi. İnce, titreyen elleri kendinden yaşlıydı sanki Teko dayının.

Çok hazırlık yaptık, önce bir sedye bulduk, bir arkadaşımızı sardık sarmaladık, hasta gibi yatırdık içine. Silahlarımızı da gizledik iyice. Gece karanlık çökünce, tırmandık Sümela’ya. Varınca, papaza duaya geldik dedik onlara. Baktılar halimize aldılar bizi içeriye. İşte atladık adamların üzerine, soyduk bir güzel manastırı, vurduk sonra iniş aşağı.

Bir keresinde, hiç adam öldürdün mü diye sorulduğunda, Teko dayı oturduğu yerde hafif kaykılmış, yana eğdiği kafasını yukarı aşağı salladı bize bakmadan. Soruyu soran devam etti, kaç kişi öldürmüşündür o zamanlar. Teko dayı, kafasını kaldırdı ve bu defa soranın gözüne bakarak - bırak zaten günah işledik, bir daha mı günah işleyeyim anlatıp da, diyerek cevap verdi.

Teko dayının evinden aşağıya doğru gidip, köyün ortasından akan suyu geçince Karakol komutanının oturduğu betonarme bina ve yanında da karakol çıkardı karşınıza. Karakol, biraz yüksekçe bir yerdeydi arkası sarp kayalıktı. Bize söylendiği kadarıyla buraya jandarma karakolunun kurulmasının sebebi, vadiyi takip eden yolun sonundaki geçitten Gümüşhane ve Bayburt’a ulaşılması.

Karakol komutanı Mehmet biz gelmeden kısa bir süre önce göreve başlamıştı, kendisi de eşi de çok gençti. Köylüler onları bize anlatırken, kaçma kaçırmış karısını, dediler. Komutan buraya göreve gelirken eşini kaçırarak gelmiş. Gelirken de yolda evlenmişler. Bu olaydan dolayı kızın ailesi onlara küsmüş, görüşmüyorlarmış hiç. Gülden çok üzülürdü, ailesini özlerdi.

Annem ve babam, benim hamilelik haberimi alıp da köye geldiklerinde, babam hemen geleneksel barıştırma görevini üstlendi. Benim oralarda davalarım var, üzülme kızım gider babanla konuşurum, affederler sizi, demişti babam. Köyden döndüklerinde de dediğini yaptı, Gülden ve Mehmet bir süre sonra aileleriyle barıştılar.

Bu kaçma kaçırma denen şey en yaygın evlenme yollarından biriydi burada diyebilirim. Bir nedenle evlenmelerine engel olunan gençler, hemen bir kaçma planı yapıp kaçıyor ve yakalanıyorlar. Sonrası malum nikah, kısa ve net çözüm. Buna da kaçma kaçırma deniyordu.

Bir keresinde bu kaçma kaçan çiftlerden biri yakalandığında, karakol komutanı ve doktor kaçırılan kızdan ifadesini, hikayesini alıyorlar. Komutan, anlat bakalım nasıl kaçırıldın diye soruyor, kız anlatıyor: komutan işte geldi o benim eve, attı beni omzuna kaçırdı ormana. Komutan soruyor, sonra? Kız devam ediyor, işte sonra götürdü beni ormana, koydu bir ağacın altına, tuttu memelerimi, sonra etekler inişe külotlar yokuşa… diye devam ederken, komutan ayağa fırlayıp tamam tamam anladım yeter, diye ifadeyi bitiriyor. İfadeyi yazan erin durumunu hep merak etmişimdir.

Karakoldan okula doğru inerken solda, daha yeni görünümlü ahşap bir ev daha vardı tek katlı. Müstahdem Kazım otururdu orada. Kazım’ın babasının lakabı doktor. Askerliğini sıhhiye eri olarak yapmış zamanında, köye doktor gelmeden önce o bakar, derman olurmuş hastalara.

Kazım gençten, güler yüzlü ve zeki bir adamdı ama çok mütevazi, sessiz, utangaç ve çekingen tavırlarıyla pek belli etmezdi bunu. Kazım’ın genç bir eşi ve iki de küçük kızı vardı.

Köyde televizyon izlenememesine kafayı takan Kazım, gidip Trabzon’dan bir yükseltici aldı. Bir şekilde görüntü elde etmeyi de başardı. Haber bize ulaştı, çok güzel cam gibi gösteriyor dediler. Bir gidip bakalım dedik, bir de baktık ki ses iyi de görüntü çok karlı, hiçbir şey görünmüyor. Kazım görüntünün çok iyi olmadığının farkındaydı. Doktor bey, ben gidip tomarla kablo alacağım şu dağın tepesine anten kuracağım, dedi.

Kazım’ın bu girişimi, televizyon izlenebileceği konusunda umutları yeşertmiş, Mehmet komutanı da şevke getirmişti ama antenin kurulacağı tepe konusunda bir anlaşmazlık vardı. Yansıtıcının sağlık ocağının arkasındaki tepeden mi, yoksa karakolun arkasındaki tepeden mi daha iyi görüleceği konusundaydı fikir ayrılığı. Bu konuda bir uzlaşmaya varılamadığından iki koldan tomarla kablolar ve antenler alındı.

Heyecanlı bir yarış vardı köyde, kim cam gibi görüntü elde edecekti? Kazım takımını kurdu iki kızı, eşi ve kendisi. Komutan takımını kurdu, kendi eşi, doktor ve doktorun eşi - yani biz, birkaç tane de bu işe gönüllü er.

O kış iki farklı dağa kablolar döşendi, Kazım zekasını kullandı ve kızlarının eline renkli küçük bayraklar verdi. Kızlar evlerinin önünde duruyor, içeriden annelerinin verdiği talimata göre cam gibi, iyi, ehh işte ve kötü anlamına karşılık gelen bayrağı kaldırarak, sağlık ocağının arkasındaki dağın tepesinde duran babalarına görüntü bilgilerini iletiyorlardı. Kazım dağın tepesinde, dürbünle bayraklara bakıyor bayrağın rengine göre anteni çeviriyor, en uygun halini bulmaya çalışıyordu.

Komutan gündüz vakti bu işi yapamadığından bizim takım gece çıkabiliyordu dağa. Gülden’in yeri televizyonun önü, benim yerim pencerenin önü, arada bir er ve tepede komutan, doktor ve iki er. Biz düdükle haberleşiyorduk, bir düdük-iki düdük-üç düdük. Aradaki er bizden duyduğunu yukarıya iletiyordu düdükle. Bizim takımın işi zordu çünkü çıktıkları tepe sarp kayalıktı.

Bu anten kurma çabaları bir hafta kadar sürdü. Her iki takımın liderleri görüntüyü beğenmiyor, takım üyelerine bu ne yaa, bu görüntüye mi iyi dediniz diyerek yeniden çıkıyorlardı. Biz kadınlar, onların soğukta böyle kendilerini parçalamalarına razı olamıyor, acıyor iyi yeter bu kadar diye düşünüyorduk. Onlar ise, iyi dendiğinde anteni o kadar güçlükle sabitliyorlardı ki, görüntüyü görünce o kadar zorluğun ardından büyük hayal kırıklığı yaşıyorlardı.

Bize anteni nasıl yerleştirdiklerini anlattıklarında hak verdik onlara aslında. Zifiri karanlıkta, kaygan kayaların üzerinde, rüzgara karşı yerleştirdikleri anteni, taşlarla sabitlemeye çalışıyorlardı. Anten uçacak gibi olduğunda, onu yerinde tutmak için biri hariç hepsi iki elleriyle kayaların üzerinde bir bayrak gibi anteni tutuyorlar, adeta bir kahraman asker savaş anıtı görüntüsü sergiliyorlardı. Bir kişi ise antenin dibine taş ve kaya parçaları yığıyordu.

Biz bu vatansever görüntülü çabaları takdir etmekle birlikte, uzun saatler soğukta böyle çabalamalarına razı olamıyorduk bir türlü. Ayrıca başarsalar bile bu anten her an rüzgarla yön değiştirebilirdi, kadınlar olarak çok anlamsız gelmeye başlamıştı bize bu çabalar.

Kazım ise sonunda başarmıştı, çok iyi olmasa da izlenebilir bir görüntü elde etmişti, araya bir yükseltici daha koyarak başarmıştı bunu. Kazım’ın galibiyeti hepimizce takdirle karşılandı, bütün iş Kazım’ın evinden kablo çekmeye kalmıştı.

Televizyon izlemek isteyenler kablolarla Kazım’ın evinden yayını evlerine taşıdılar, biz de bağlandık.  Kazım, iki gün sonra bu böyle olmaz, ben elektrik harcıyorum o kadar, parayla olur ancak dedi ve yayını kesti. Herkes biraz kırgın baktı Kazım’a ama haklıydı Kazım, o yüzden kabul edildi ve aylık abonelik sistemi geldi.

Elektrik kesilmediği sürece artık televizyon izleyebiliyorduk. Ne var ki bir süre sonra yayın arada bir gece erkenden kesilmeye başladı. Kazım’ın eşi gece yatarken her şeyi fişten çekip yatıyordu. Bir hayli mücadele ettik televizyon izlemek için, elektrik kesilmediyse, Kazım yükselticiyi açmayı unutmadıysa, eşi fişi çekip yatmadıysa izliyorduk işte.

Kazım bir süre sonra rahatsızlandı, çalışamaz oldu. Evine ziyarete gittik, gayet sağlıklı görünüyordu ilk bakışta, eşi endişeliydi o çağırmıştı bizi. Çaylarımızı içerken Kazım anlatmaya başladı, Doktor bey dinliyorlar bizi, görüyor musun şu telefonu, onunla dinliyorlar diyerek, sedirin üzerini işaret ediyordu, sedirde sadece desenli küçük minderler vardı. Bununla mı diyerek, minderin birini gösterdi eşim. Evet, doktor bey görüyor musun şu yuvarlakları, her numarayı çevirdiğimde biliyorlar nereyi aradığımızı, kullanmıyorum ben de onu, dedi.

Kazım’ın geçmişte de böyle rahatsızlandığını öğrendik sonra. Ara ara gider hastanede yatar, ilaçlarını alıp iyileşince geri gelirmiş köye. Eşim önce ilaçlarının dozunu ayarladı, biraz iyileşir gibi olduysa da, bir süre sonra artık kontrolden çıkmaya başladı paranoyaları. O zaman, gelip aldılar Kazım’ı köyden. Dört-beş ay gelemedi Kazım. 

Bir gün köye ve görevinin başına geri döndü, her şey eskisi gibiydi sadece Kazım biraz daha sessizdi ve biraz daha içine kapanmıştı sanki.


Dağbaşı 7 - Aşılama

o küçük ama çok küçük köyün adı bile yokluğunu anlatıyordu - Dağbaşı Köyü

Dağbaşı ve çevre köyleri büyük göçler vermiş, genellikle de Adapazarı ve yurtdışına göçmüşler. Zamanında geçinme yolları tükenince her aileden birer ikişer göçler başlamış. Geride kalanlar ise giderek ellerine bir gelir geçmez hale gelmiş. Bu durum öyleydi ki köylülerin önemli bir kısmının eline hiç para geçmiyordu artık. İhtiyaçlarını bakkallardan karşılayıp yazdırıyorlardı, sonra dışarıdaki yakınları yılda bir tatile geldiğinde toplu kapatıyordu hesabı.

Bölge insanları hakkındaki birçok bilgiyi Fatma ebeden öğreniyordum, ailecek Trabzon’un başka bir beldesindendiler. Fatma ebe sağlık ocağının en önemli çalışanıydı bence. Bu ufak tefek, güzel kadın bitmek bilmez enerjisi ve çalışkanlığı, işine bağlılığı, herkese yardım edip her şeyi çekip çevirmesi, neşesi, kendi insanlarını tanıması ve daha birçok yanıyla sağlık ocağının olmazsa olmazıydı.

Benim için de iyi bir arkadaş, destek, sırdaş, can yoldaşıydı. Fatma ebe bizi sık sık evlerine çağırırdı akşamları, onun yaptığı şahane pilavları ve salataları unutmam hiç. Onların evinde video vardı, gider orada video izlerdik sık sık. Sanırım ilçeden toplu olarak kiralıyorlardı videoları. En çok, o zamanlar TV de gösterilen MacGyver dizisini izlerdik. Şimdi sorsanız hatırlamam ayrıntısını ama maceralı bir şeydi.

Çocuklar da çok severdi video izlemeyi ve hiç kaçırmak istemezlerdi. İki küçük TV’nin önüne yere yatarlar, büyük bir dikkatle izlerlerdi. İki yaşındaki Engin ne anlardı bilmem ama o da uykuya yenik düşene kadar tüm dikkatini verirdi. Şengül için ise en büyük tutkulardan biriydi TV’den video izlemek, hiçbirini kaçırmaz izlediği şeylerin içinde yaşardı adeta.

Şengül, gece saat geç olunca ve yatarak izlediği için uykusu gelince kendiliğinden kapanan göz kapaklarını, minik parmaklarıyla açar ve öyle izlemeye çalışırdı. Eğer bütün çabalarına rağmen uyuya kaldıysa, bütün kaçırdıklarını ertesi gün bize sora sora öğrenirdi.

Bir keresinde Fatma ebe bir rüyasını anlatıyordu bana, Şengül lafın başını kaçırmış, kafasını yukarı kaldırmış kocaman gözleriyle büyük bir dikkat ve heyecanla annesini dinliyordu. Fatma’nın sözü bitince, annesini çekiştirip hangi film bu anne, ben uyuyunca mı seyrettiniz, niye beni uyandırmadınız, diye kızmıştı. Ondan gizli bir şey izlenemezdi ki.

Sabahları Fatma ebe ve Mahmut hoca işlerine gittiklerinde beş yaşındaki Şengül kardeşinin uyanmasını beklerdi evde. Engin uyanınca ona kahvaltısını ettirir, temizler, üstünü başını değiştirir sonra kapıyı da arkalarından kilitleyip, kardeşinin elinden tutarak annesinin yanına gelirlerdi birlikte. Öyle becerikliydi küçük Şengül,

Engin çok şanslıydı hem annesi hem ablası büyütüyordu onu. Şengül şimdi kendisi de anne oldu, çok güzel bir anne hem de.

Şengül annesine benzerdi, Engin ise babasının bir kopyası. Mahmut hoca, ilköğretim okulunda öğretmendi. Çok okur, edebiyattan hoşlanır ve anlar, şaka yapmayı çok severdi. Sohbeti güzeldi ve insanı zekice çaktırmadan iğnelemeyi de iyi bilirdi, severdim o yanını çok. Mahmut hoca ile pek fazla ortak yaptığımız şeyler olmadı ama onu hep çok iyi bir dost olarak yanımızda hissettik, zor gün dostlarındandı. Hep orada olduğunu bildiğiniz, sırtınızı çekinmeden dayadığınız dostlardan.

Fatma ebeyi ve diğer sağlık ocağı çalışanlarını aşılamalar sırasında daha da iyi tanıma fırsatım oldu, onların bölge halkıyla nasıl çalıştıklarını gözlemleyebildiğim bu aşılama dönemleri aynı zamanda orada bulunduğumuz sürece yerel halkla da en yakın bağlantı kurduğumuz zamanlardı.

Biz Dağbaşı köyündeyken, 1985 yılında Birleşmiş Milletler UNICEF aracılığıyla 0-5 yaş arası 6 milyon çocuğu kapsayan 10 gün süren bir aşılama kampanyası başlattı. O yıllarda Türkiye’de bir yaşının altında çocuk ölüm oranı %10’du. Birleşmiş milletler için bu yüzde kabul edilmez sınırlardaydı. 

UNICEF aşıları ve şırınga gibi diğer malzemeyi sağlıyordu. Aynı şırıngayla birkaç hastaya aşı yapılmasına engel olmak için şırıngalar aşılarla birlikte verilmişti. O yıllarda aynı şırınganın birkaç kez kullanılma sorunu vardı Türkiye’de. Bu kampanya için televizyon ve radyolara duyurular hazırlanmıştı, televizyonlarda Zeki ve Metin ikilisinin oynadığı çağrılar dönüyordu sık sık.

Bu kampanya sırasında, ben de hem yardımcı olmak ve hem de merak ettiğim için mümkün olduğu zamanlarda onlarla gittim köylere. Toplam 6 köye gidilecekti aşılama için, bu köylerin bir kısmına Jeep ile ulaşılabiliyor, bir kısmına yürüyerek gidilebiliyordu. Bu sırada bu yörenin insanları ve aşılamayla ilgili çok değerli şeyler öğrendim, insanların önyargıları, aşılamaların neden düzgün yapılamadığı, imamların aşılamaların başarısındaki rolü ve daha birçok şey.

Aşılama bir organizasyon işi, sadece aşıyı sağlamakla bitmiyor. Aşılar soğukta tutulacak ve bozulmadan dört bir yana ulaştırılacak, sağlık personeli tam kadro olacak, köylere ulaşım için araç olacak, araçların benzini olacak, kayıtlı ve kayıtsız çocuklara ulaşılacak, kayıtlar düzgün olacak ve güncellenecek.

Kayıtlı çocuklara ulaşabilmek için ailelerin çocuklarına aşı yaptırmayı istemeleri ve aşılama merkezlerine getirmeleri gerekiyor. Bütün bunların başarıya ulaşabilmesi için de öğretmenlerden, imamlara herkesin desteği ve katılımı gerekiyor. Sağlık çalışanlarının bölge insanını iyi tanıması da başarıda çok önemli bir yer tutuyor.

Aşının yapılmasında bir zorluk yok, zorluk aşı yapılacak çocuklara ulaşmada çıkıyor. Kayıtlı çocuklara ulaşmak çok zor değil ama kayıt dışı çok çocuk var. Bir şekilde insanlar çocuklarını kayıt ettirmiyorlar. Yıllardır çeşitli nedenlerle kasıtlı veya kasıtsız olarak yayılan bazı yanlış bilgiler neden olmuş buna. İnanması zor ama en basitinden söylemek gerekirse, devletin ikiden fazla çocuktan vergi alacağı, yapılan aşının komünist aşısı olduğu gibi söylentilere inanarak, çocuklarını ve hamileliğini gizleyen kadınlar, aileler vardı.

Köylerinden başka hiçbir yere çıkmamış, ellerine hiç para geçmemiş insanların, çevrelerindeki güvendikleri kişilerden başka bir bağlantısı yok yaşadıkları ülke ve yasaları hakkında. Bu kişiler arasında başta imamlar geliyordu.  Aşılama oranının yüksek olduğu köylerden birinin imamıyla tanışıyorduk, ara sıra bize gelir uzun sohbetler eder, kitap değiş tokuş ederdik. Çok saygı duyduğum bu imam, işini ve hizmet ettiği insanları seviyor, işini gerektiği gibi yapmak için büyük çaba sarf ediyordu. Ne yazık ki bunu bütün köylerin imamları için söylemek mümkün değildi.

Aşılama sırasında, sadece aşı yapılmıyor aynı zamanda hamilelerin de kayıtları tutuluyor ve 0-5 yaş arası çocukların kayıtları da güncellenmeye çalışılıyordu. Fatma ebe aşılamaya gelen kadınların arasında geziyor, hamile olup da gizlemeye çalışanları bulmaya çalışıyordu. Bunun için belinde kalın kuşakları olan kadınlara yaklaşıp, kuşaklarını açmalarını istiyordu. Kimi zaman şakalaşarak çözülen bu durum, kimi zaman gerginliğe de yol açıyordu.

Birkaç kadının onu yanına yaklaştırmadığını görmüştüm bir keresinde, Fatma ebe ne dediyse ikna edemedi kuşaklarını açmaları için. Sonunda eline bir sopa alıp uzaktan kuşağı aşağıya indirmeye çalıştı, bir yandan gülüşüyorlar bir yandan da karşılıklı birbirlerini ikna etmeye çalışıyorlardı. Gözünden hiçbir şey kaçmayan Fatma ebenin gizli hamileleri nasıl bulup ortaya çıkardığını hayretle izliyordum ben uzaktan.

Sağlık ocağı ekibinden birkaç kişi, köy muhtarının sağladığı bir yeri merkez edinip kayıtları tutuyordu. Kayıtlardan sonra aşı yapılıyordu. Köyün bütün kadınları çağırılıyordu, sırayla hepsine kaç çocuğu olduğu, çocuklarının adları soruluyordu. Genelde neşeli geçen bu konuşmalar sırasında duyduklarım güldürse de çok düşündürücüydü.

Kaç çocuğun var sorusunu, var iste 7-8 tane ben söyleyeyim sen say, diye cevaplayanlar vardı aralarında. Çocuklarının isimlerini sayarken unutan kadınlar oluyordu. O zaman bir oda dolusu kadın, her kafadan bir ses çıkarken kafalarını birbirlerine çevire çevire, isimleri hatırlamaya çalışıyordu. Bir şekilde o çocukların hepsinin birden çocuğu olduğunu hissettim orada. Çocukların isimlerinden de ne kadar dışarıya kapalı bir yaşamları olduğu anlaşılıyordu. İsimler birbirinin ya aynısı ya değişik telaffuz edilmiş haliydi.

Çocukların yaşı ve ölen çocukların ölüm tarihi sorulduğunda ise daha büyük zorluk oluyordu. Çocukların yaşları ve ölüm tarihleri tam bilinmiyordu.  O zaman yeniden hep birlikte bir tartışma başlıyor, tarihlere referans olacak olaylar konuşulmaya başlıyordu. Birbiriyle çelişen bilgilerden sonra, kimi zaman yaklaşık bir bilgi kayda geçiyor, kimi zaman ise not düşülüyordu sonra öğrenilmek üzere.

Bir sene sonra yeniden aşılamaya gidildiğinde bütün bu kayıtlar çok işe yaradı, ne var ki daha kolay bir aşılama dönemi olmadı. Bunun nedeni ise, giden şoförün yerine sekreterliğe başvuran bir kişiyi şoför olarak işe almalarıydı. Yeni şoför araba kullanmayı biliyordu ama bu çetin yollarda Jeep kullanmak tecrübe istiyordu. Yapılacak fazla bir şey yoktu dikkatli olmaktan başka.

Yine uzak bir köyden aşılamadan dönerken karanlık da basınca olanlar oldu ve Jeep kayalıklardan aşağıya yuvarlandı. Neyse ki kimseye bir şey olmadı ama Jeep’i oradan çıkartmak da mümkün olmadı. Bir süre sonra gelip parça parça çıkarmak zorunda kaldılar aracı. Bu nedenle köylere yürüyerek gidilmesi gerekti çoğu zaman.

İlk aşı kampanyasında hedef elbette ki %100’dü ama gerçekçi beklenti bunun altındaydı. Birçok yer gibi bizim başarı oranımız da çok iyiydi %120 aşılama yaparak hedefin üzerine çıkmıştık.

Bu başarı oranı, UNICEF bu işe el atana kadar ve mecburi hizmetin, dolayısıyla da sağlık ocaklarının yeniden devreye girmesine kadar aşılamanın ne kadar yetersiz yapıldığının bir göstergesiydi.

Çin’deki sağlık sisteminden esinlenerek toplum hekimliği adı altında yıllar önce kurduğu bu sağlık sistemi yüzünden, Nusret Fişek hocamız Maocu olmakla suçlanmış ve derslerimize girdiği dönemde sopalı bir saldırıya uğramıştı. Saldırı sırasında kafasından yaralanmış ama hiç yolundan dönmemişti, ertesi gün kafası sarılı olarak yine derse gelip bütün bildiklerini bize aktarmıştı bu sisteme sahip çıkmamız için.

Dağbaşı’nda geçirdiğimiz günlerde kendisini sık sık anıyorduk. Zamanında bu sistemi kuran ve işleten Nusret Fişek hocamız kendisiyle ne kadar gurur duysa azdı.