o küçük ama çok küçük köyün adı bile yokluğunu anlatıyordu - Dağbaşı Köyü
Penceremden
gördüğüm Dağbaşı’nın dağ manzaralarına her gün biraz daha hayran oluyordum. Gün
oluyordu sisler içinde kalıyordu, gün oluyordu güneş dağları aydınlatırken,
gölgede kalan yerlerden dağların katmanlarını görebiliyordunuz. Hele kar yağdığında inanılmaz bir manzara oluyordu. O yıllarda İsviçre'den karlı dağ manzaralarının olduğu takvimler vardı, bizim manzaramız İsviçre'nin dağlarından çok daha güzeldi, üstelik penceremden görünüyordu.
Lojmanın en
sevdiğim yanlarından biri de geniş pencere içleriydi. En zevkli kitap okuma
yerlerimden biriydi benim, içine rahatça oturup manzaraya karşı okuyabilirdiniz
kitabınızı.
Sağlık ocağı ve
lojmanlar yan yanaydı, arazinin yapısından dolayı aralarında yükseklik farkı
vardı, Lojmanlar sağlık ocağını yukarıdan görürdü. Sağlık ocağı hemen yolun
kenarındaydı, lojmanlara ise ocağın bittiği yerden merdivenlerle çıkılıyordu.
Merdivenlerin sonunda beton dökülmüş bir yoldan lojmanların arkasına, giriş
kapılarının olduğu yere ulaşıyordunuz. Bu beton yol bakkalın olduğu binanın bitiminden başlayan fındık ağaçları ve mısırların
yükseldiği benim ‘yokuşumun’ yanındaydı.
Lojmanların giriş
kapılarının olduğu arka taraf, bir yanda lojmanların giriş kapıları diğer yanda
taştan örülmüş bir duvarın olduğu uzun bir koridordu. Dağdan kopup gelen taşlar
lojmana çarpmasın ve toprağı tutsun diye yapılmış bu yüksek duvar aslında pek
öyle görevini yerine getiremiyordu. Zaman zaman yuvarlanan büyük büyük taşlar
duvarı aşıp mutfak penceremin camını kırıyordu. Mutfakta iş yaparken her zaman
bir kulağım taş seslerinde olurdu ve pencereye yakın durmaktan kaçınırdım.
Hava güzelse yuvarlak
tahta masayı lojmanın yanındaki beton yola, yokuşumdaki mısırların yanına
çıkarırdım. Güne burada kahvaltıyla başlardık, eğer hasta yoksa sağlık
ocağından ebeler ve hemşireler de gelip katılırdı bize. Oturdukları yerden
ocağın girişi görüldüğü için, hasta geldiğinde hemen inerlerdi. Bu oturmalar
sırasında bir çay, bir kahve içerek bütün gün devam eden sohbetlerimiz olurdu.
Güneşli günler
çok olmadığından ve ufku yükselten dağlar yüzünden güneş geç doğar, çabuk batardı
o yüzden kaçırmak istemezdik güneşi. Hava genelde çok nemli olduğu için
minderleri ve yorganları da havalandırmak için dışarıya güneşe çıkartırdık.
Biz sohbet
ederken, ebe Fatma’nın çocukları Şengül ve Engin, bir de benim köpeğim Fıstık
oynarlardı çevremizde. Şengül ve Engin pek sık olmamakla birlikte arada bir
sürtüşürlerdi. Engin iki yaşında, Şengül ise beş yaşındaydı.
Bir gün, biz
sohbetimizin çok koyu bir yerindeyken çocuklar kapıştılar, Engin’in sahici görünen
oyuncak tabancası bir savaşa neden olmuştu. Aralarındaki bu paylaşım savaşını
sonlandırmak için, barış gücü Fatma derhal müdahale ederek çekti aldı tabancayı
ellerinden. Savaşın iki tarafı da bu sert müdahaleden hiç memnun olmayarak
protestolara başladı.
Fatma,
merdivenlerin tepesinde elinde tabanca kızgın bir şekilde onlara sözlerini
duyurmaya çalışırken, hastalar geldi ocağa o sırada. Fatma kızgın sesini
değiştirmeye fırsat bulamadan, elinde her an ateş edecekmiş gibi duran ve gelen
hastalara doğrulttuğu tabancasıyla işaret ederek, gayet sert bir şekilde geçin siz
içeriye ben geliyorum diye emretti.
Hastalar
birbirlerine ve Fatma’ya baktılar, biraz büzüldüler küçülmeye çalıştılar, azcık
geri adım attılar, Fatma hala elindeki tabancanın farkında değil ve tabancayı onlara
doğru uzatmış sallayarak içeriye girin demeye çalışıyordu, bu defa daha yumuşak
bir sesle, girsenize daa, niye girmiyorsunuz, diye sorunca. Hastalar hızlı bir
şekilde ocağa sığındılar. Ben gülmekten konuşamadığım için sadece elimle işaret
ediyordum tabancayı. Fatma’nın gözleri tabancaya indi ve sustu, çocuklar da
şaşkın bir şekilde bu tiyatroya dalmış, ağlamalarına ara vermişlerdi. Tabanca
bana Fatma aşağıya yollandı, çocuklar ve hastalar sakinleşti olay tatlıya
bağlandı.
Güneşi gördüğümüz
her gün, Pazar kahvaltısı tadında yapılan bu kahvaltılar sırasında bir de
arılar gelirdi, arıları kovalamaktan rahat kahvaltı edemiyorduk, sonunda
arılara da kahvaltı ikram etmeye karar verdim. Ne yedikleri belliydi, reçel ve
bal seviyorlardı kahvaltıda.
Önce bir çay
bardağı tabağına biraz bal koydum, masadaki reçelin, balın üzerindeki arılara
doğru yaklaştırıp dikkatlerini bu yeni şeker kaynağına çektim, sabırla tek tek
topladım onları, başka bir arının oradan yediğini gören diğer arılar daha kolay
geliyorlardı. Bütün arıları tabağa topladıktan sonra, tabağı yavaşça biraz
uzağımızda yere bıraktım. Bunu her gün yapmaya başlayınca arılar öğrendiler,
huzur içinde kahvaltı edecekleri bir yer olması onları da mutlu etmişti belli
ki. Saatlerimizi de öğrenmişlerdi, her gün düzenli gelen 7-8 arım olmuştu
sonunda, ben masayı kurarken etrafımda döner kahvaltı servisini beklerlerdi.
Arılarımın bolca
fotoğraflarını da çektik kahvaltı ederlerken, kimi fotoğrafları çekerken daha
iyi görünsünler diye büyüteç de kullandık. Bir düzen içerisinde kahvaltı
ediyordu arılar, yan yana dizilip önlerindeki reçeli balı yiyorlardı, biz masadan
kalkıp gidince, onlar da gidiyordu işin garibi. Bir ara arıların
bizim konuşmalarımızı dinlemeyi sevdiklerini bile düşündüm.
Bu arada sağlık ocağının
işleyişinde bazı pürüzler oluyordu, bunun nedeni şoför olarak işe başvuran bir
kişiyi sekreter olarak işe almalarıydı. İyi niyetli ve güler yüzlü sekreter
Hasan, işini canla başla yapan düzenli bir kişiydi. Görevi, hasta dosyalarını, gelen giden
yazışmaları takip etmek, dosyalamak, gerektiğinde bazı yazıları daktilo ile
yazmaktı.
Bir süre sonra,
eşim diğer köylerin doktorlarına giden yazışmaların kendisine ulaşmadığını fark
etti. Önce niye kendisine gönderilmediğini anlamak için müdürlükle konuştu ama yazışmaların herkese gönderilmiş olduğunu öğrenince Hasan’a yeniden sordu. Hasan, gelen yazışmaların olduğu dosyayı getirerek, işte hepsi burada Doktor bey, dediğinde anlaşıldı ki Hasan gelen yazışmaları hiç vakit kaybetmeden anında dosyalıyordu, ama şöyle ki hiç kimseye okutmadan dosyalıyordu.
Daha sonra ocaktan
giden bazı yazışmalarda da sorun çıkmaya başladı, Hasan yazışmaları kendi Karadeniz
aksanıyla yazıyordu. Neyse ki yazışmaları görülmeden gönderme huyu yoktu.
Bütün bunlar
karşılaşılan bazı pürüzlerdi ve aşılmayacak şeyler değildi. Daha sonra işten
ayrılan şoförün yerine de sekreterliğe başvuran bir kişiyi tayin edeceklerdi ki,
biz bunun nasıl bir trajediye yol açacağını henüz bilmiyorduk.
Köyü tarif ederken,
içinden geçen suyu da unutmamalı. Sağlık ocağından çıkıp, bakkalın önünden
geçip karakola doğru yürürken önünüze dağdan gelen, dereye ulaşan bir su çıkar.
Bu su çok sığ bir su olduğu için köprü gerektirmez ama ayağınızı, paçanızı
ıslatır. Suyun içine köprü niyetine üzerine basa basa geçilsin diye büyükçe taşlar konulmuş. Köye ağır misafirlerimiz geldiğinde karakolun askerleri
tarafından suyun üzerine geçici olarak keresteler konulurdu.
Geceleri geçerken
daha fazla dikkat etmeniz gereken bir yanı vardır bu suyun, karanlıkta
fenerle önünüzü görmeye çalışırken, taşların başka sahipleriyle
karşılaşırsınız. Çok zordur onları görmek karanlıkta ama sesleriyle kendilerini
belli ederler. Başka hiçbir yerde görmediğim büyüklükte, iri kurbağalardır
bunlar.
Bu iri kurbağalar
öylece oturur ve adeta -şimdi kalkamayacağım yerimden sen yandan geç, der gibi
bakarlardı size. Kurbağalar o kadar hantallardı ki hoplamaları da hoplamak gibi
değildi, derin bir ses çıkarıp iri vücutlarını güçlükle kaldırıp az öteye
indirirlerdi.
Kurbağaların
haşmetli görünüşü ve çıkardıkları sesler benim köpeğimi çok ürkütüyordu, hiçbir
şeyden korkmayan Fıstık, bu suya yaklaşırken kucağıma zıplardı. Geceleri
elektrik kesildiğinde bu sudan geçmek ise başlı başına bir beceri
gerektiriyordu.
Elektrikler sık
sık kesilirdi köyde ve nedenine bağlı olarak kimi zaman iki-üç gün gibi uzun
bir süre gelmezdi. İşte o zaman zifiri karanlık nedir öğrenirsiniz. Hiçbir ışık
kaynağı yok, hiçbir şey ama hiçbir şey görünmüyor. İlk kez bu zifiri karanlıkta
fenersiz dışarıya çıktığımda çok şaşırmıştım, karanlık sanki yerçekimini yok etmişti,
havada yürüyormuşum gibi hissettim kendimi, bu yüzden adım bile atamamıştım.
Kimi geceler ise
elektrik kesilir sonra sabah olmadan gelirdi. Birkaç kez lafın arasında akşam
yine elektrik kesildi diye bahsederken köylülerden, yoo bizde kesilmedi, diyenler
oluyordu. Bu bize garip gelmişti, acaba bizim lojmanda mı sorun var diye
düşünmeye başlamıştık. Daha sonra, ebe Fatma’nın eşi Mahmut öğretmen bu konuya
bir açıklık getirdi. Elektrik her yerde kesiliyordur da, onlar akşamdan
yattıkları için kesildiğini fark etmiyorlardır, dedi. Bunu söylerken Mahmut
öğretmenin yüzünde bizimle eğlenen bir gülümseme vardı sanki.
Dağbaşı köyüne
elektrik biz gelmeden üç ay önce gelmişti. Bir üst sağlık ocağının olduğu köye ise
elektrik gelmemişti henüz. Elektriğin olmadığı sağlık ocağındaki doktor
arkadaşın ve eşinin 2-3 aylık bebekleri vardı, bebek büyürken geceleri ışık
kaynağı olarak sadece gaz lambalarını görmüştü. Ocağın elektrik tesisatı vardı, tavanda ampuller
bile vardı ama elektrik yoktu.
Bebek 10-11 aylık
olduğunda tatilde memleketlerine, İzmir’e gittiler. İzmir’de ilk gece, bebek
tavandaki ışığı görünce çok şaşırmış ve gözlerini tavandaki ışıktan alamamış,
ondan sonra da bakıp durmuş hep tavana. Tatilleri bitip köye döndüklerinde ise bebecik tavana bakmaya devam etti ama bu defa ışık nerede diye bakıyordu.
Dağbaşı’na elektriğin
gelişinin bize anlatılan güzel bir hikayesi vardır. Uzun bir süre elektrik gelecek
hazırlıkları yapılmış, birçok kereler bağlanması gecikmeye uğramış ama en
sonunda elektriğin bağlanacağı gün belirlenmiş.
Devlet erkanın da geleceği büyük bir tören hazırlanmış köyde, her taraf
süslenmiş, köyün meydanı sayılabilecek düzlüğe toplanmış herkes. Tören daha
etkili olsun diye köylülerden gelirken gaz lambalarını da yanlarında getirmeleri
istenmiş.
Törende
konuşmalar yapılmış, teşekkürler edilmiş, horonlar tepilmiş, sonra elektriğin
açılması için şalter kaldırılmış ve elektriğin gelişini kutlamak için hep
birlikte gaz lambaları yere atılıp kırılmış.
Tören bitmiş
herkes evine çekilmiş, devlet erkanı mutlu ve gururlu geldikleri yerlere dönmüş.
O gece, herkes ışıklarını açmış elektriğin keyfini sürerken, bir saat sonra aniden
elektrikler kesilmiş. Hiç kimsenin evinde gaz lambası kalmadığından bütün köy o
geceyi karanlıkta geçirmiş.
Bu elim olayın
ardından köyün vazgeçilmezi olduğunu ispatlayan gaz lambaları, gururla otururdu
her evin başköşesinde.