o küçük ama çok küçük köyün adı bile yokluğunu anlatıyordu - Dağbaşı Köyü
Dağbaşı köyünde
yaşarken bir şeyi çok iyi öğrendim, hiçbir şey için acele etmenin faydası yoktu
burada. Sakin sakin bekleyeceksin olana kadar. Örneğin evde ekmek mi yok,
bakkala gidip alman lazım, bakkal dediğin yürüyerek üç dakika uzakta. Ama sen
ona şöyle en azından bir yarım saat vereceksin, yoksa masada yemeğin soğur.
Bakkala gitmek üç
dakika alıyor ama ekmeği alıp çıkmak duruma bağlı. Kimi zaman eşimden ekmek
almasını isterdim, birkaç saat sonra eve ekmeksiz döndüğü olurdu. Alışmamız
zaman aldı bu rahat olma, acele etmeme durumuna ama öğrendik ki, elbet o ekmek gün içerisinde bir zaman eve gelmeyi başarırdı.
İlk günlerimizden
birinde ben daha bu gerçeği bilmezken, öğlen yemeğini masaya koyup ekmek almaya
gittim bakkala. Bakkal dediğimiz geniş bir yer ama öyle bildiğiniz marketler
gibi bir düzeni yok, her şey kenarlarda raflara yerleştirilmiş veya tavandan
bir çengele asılmış, ortaya da çuvalların içinde kuru erzaklar konulmuş.
Bakkalda
bildiğiniz bakkallarda satılan her şey yok, ama fazladan satılan şeyler var.
Mesela yün, örgü malzemesi gibi tuhafiyeci malzemeleri, lastik ayakkabı, lüks
lambası vs gibi günlük yaşam için gereken şeyler var. Taze sebze yok, yumurta,
süt nadiren geliyor. Patates, taze fasulye, soğan var. Domates ve salata malzemesi yok, şarküteri
yiyecekleri yok. Konserve yiyecekler var. Yani kısacası, bozulacak şeyler pek
yok.
Bakkal bir
anlamda kahve gibi de kullanılıyor, önünde ve içinde küçük tahta taburelerde
oturan erkekler var, uzun uzun sohbetler ediliyor, sohbet bitince uzun uzun
susanlar da oluyor.
Bakkala ekmek
almaya gittiğimde neler var diye etrafa biraz göz gezdirdim. Bakkal Temel Bey
çok güler yüzlü, sıcakkanlı bir insandı beni tanıdı, hoş geldiniz dedi. Ayaküstü
biraz sohbet ettikten sonra ben bir ekmek alacaktım dedim. Aaa olur mu hiç, bir
çayımızı içmeden göndermem diyerek, kafamdaki öğlen yemeğine ekmek yetiştirme
acelesini kaldırdı attı. Çayımızı içerken, içeriye ilköğretim okulunun müdürü
girdi.
Okulun müdürü, sessiz
kendi halinde bir öğretmen. Lakabı hacı hoca, bakkal Temel beni hacı hocayla
tanıştırdı, hocam bakın doktor beyimizin ailesidir kendisi, diyerek. Oturduğum
tabureden kalkıp elimi uzattım tokalaşmak için, memnun oldum dedi hacı hoca ama
bir tereddüt oldu tokalaşmak için, tam elimi geri çekiyordum ki elini uzatıp
parmaklarımın ucuyla tokalaştı.
Mesajı almıştım,
okul müdürüyle tokalaşmak yok bir daha. Biraz sohbet ettik, çocuğunuz var mı
diye sordu bana, yok ama düşünüyoruz buradayken dedim. İnşallah, Allahlın
izniyle dedi. Ben de ona sordum, sizin çocuğunuz var mı diye, üç oğlum var
Allah bağışlarsa dedi. Arkasından devam etti, Allah’a hep dua ettim Allah’ım
bana kız çocuğu verme, bu dönemde dinimize uygun bir şekilde kız çocuk
yetiştirmek çok zor çok, dedi. Çok şükür Allah dualarımı kabul etti ve bana üç
erkek çocuk verdi, diyerek devam etti. Ben de Allah bağışlasın, dedim.
Bakkal Temel bana
müdür beyin bize komşu olduğunu, bakkalın olduğu binanın ikinci katında
oturduklarını söyledi. Köyde devlet memurları ve karakol komutanı betonarme yapılarda
oturuyordu. Hepsi birbirinden çirkin, beton beyazıyla kalmış binalardı, sanki
tam bitmemiş gibi bir görüntüleri vardı. Bizim lojmanlar dışında hemen hepsinin
damları düzdü.
Köylüler ise
bakımsız ama çok güzel ahşap binalarda oturuyorlardı. Kimisinin yanında veya
altında ahırlar vardı. Ahırlar genelde boştu, çok az köylünün hayvanı vardı, o
da birkaç tane. Hayvanlar yaylada dururmuş, köyde hayvanların duracağı veya
otlayacağı düzlük bir alan da yoktu zaten. Pek düz olmamakla birlikte tek bir geniş
alan vardı, orada da senede bir-iki kere yayladan ilçeye götürülen hayvanlar
konaklıyordu kısa bir süre.
Çayım bitip,
sohbetimiz doğal bir sona ulaşınca ben izin isteyip çıktım bakkaldan ekmeğimle.
Eve girerken, komşularıma bir bakayım dedim ama kimseyi göremedim. Daha sonraki
günlerde okul müdürünün çocuklarını damda oynarken gördüm. Aklım çıkıyordu
onlar oynarken, birkaç kez seslendim, çocuklar kenara gelmeyin, aman dikkat
edin düşmeyin diye. Bir keresinde annelerine yakalandım, yok bir şey olmaz
onlara dedi bana. Pek konuşkan bir kadın değildi sanki.
Sağlık ocağına
gelen hastaların çoğunluğu bir toplum hekiminin çözebileceği şikayetlerle
geliyordu. Sağlık ocağını en zorlayan hastalar ise acil durumu olan ve hastane olanakları
gerektiren, sağlık ocağında müdahale etmesi imkansız olan hastalardı.
Bunların
çoğunluğu da bitlenmeye karşı DDT kullanıldığı için zehirlenen çocuklardı. Köye
ambulans gelmesini beklemek diye bir durum söz konusu değildi, gelirdi ama o
kadar zaman beklemek riskli olduğundan, köyden birisinin aracıyla hastayı
taşımak daha yerinde oluyordu.
Devlet, ocağa bir
de Jeep vermişti aşılamalara giderken kullanılması için, onunla hasta taşımak
da pek uygun bir iş değildi, çünkü çok sarsıyordu. Ayrıca devlet aracı vermişti
ama yeterli benzin parası vermemişti. Çoğu zaman aracın benzinini biz kendi
aramızda karşılamak zorunda kalıyorduk.
O gün karanlık ve
sisli günlerden biriydi. Eşim öğlen yemeğine lojmana çıktığında yüzü sapsarıydı,
hemen bir yere çöktü ve anlatmaya başladı, komşumuz okul müdürünün üç oğlundan
biri damda oynarken aşağıya kafasının üstüne düşmüş ve durumu çok ağırmış. Eşim,
elinden bir şey gelmediği için onları bir araçla ilçeye göndermek zorunda kaldığını,
ocağın hemşiresinin de onlarla birlikte gittiğini söyledi. Çaresizlikten omuzları çökmüştü, gözündeki
yaşları silerken çocuğun durumu hiç iyi değildi, dedi çok alçak bir sesle.
Ben de donup
kalmıştım, şaşkındım, üzgündüm, inanmak istemiyordum, kendimi suçluyordum niye
engel olamadım o çocukların orada oynamasına diye, kızgındım bu duruma yol açan
her şeye.
Nefesimizi
tutarak haber bekledik onlardan o gün. Öğleden sonra Ayşe hemşire aradı
telefonla, maalesef çocuğu daha yolda giderken kaybettik dedi.
Köyde bir
sessizlik vardı, hepimiz susuyorduk. Kimsenin pek uyuyamadığı, çok kötü bir
gece geçirdik. Üç gün sonra, okulun müdürü köye geldi, eşi yoktu yanında.
Herkes etrafına
toplanmıştı bakkalın önünde. Dövünüyordu acılar içinde, benim yüzümden, benim
yüzümden diyordu. Allah’a hep erkek çocuk versin diye yalvardığım için böyle
oldu, Allah aldı benden, cezalandırdı beni diyor, tövbeler ediyordu.
Öyle yürek
parçalayıcı bir durumdu ki, ne yapacağınızı bilemiyorsunuz. İçimden gidip
adamcağıza, ondan değil, suçlama kendini demek geliyordu ama yapamıyordum.
Kendisini bir suçtan dolayı cezalandırılmış gibi hissetmesine engel olmak
istiyordum, sanki acısını hafifletirmiş gibi. Ama hiçbir şey onun acısını
hafifletemezdi o anda, hiçbir şey.
Okul müdürü, daha
burada kalamam ben dedi. Eşyaları toplamaya gelmiş, tayinini istetmiş. Köyden tanıdıkları
eşyaları toplamasına yardımcı oldular, iki gün sonra gelen kamyona eşyalar yüklendi
ve geride kalan iki oğlunu da yanına alıp acılarıyla gitti köyden.
Köyde ilk acımızı
yaşamıştık, her rengini gösteriyordu hayat bize haber vermeden.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder