Dağbaşı 4 - Gaz Lambası

o küçük ama çok küçük köyün adı bile yokluğunu anlatıyordu - Dağbaşı Köyü

Penceremden gördüğüm Dağbaşı’nın dağ manzaralarına her gün biraz daha hayran oluyordum. Gün oluyordu sisler içinde kalıyordu, gün oluyordu güneş dağları aydınlatırken, gölgede kalan yerlerden dağların katmanlarını görebiliyordunuz. Hele kar yağdığında inanılmaz bir manzara oluyordu. O yıllarda İsviçre'den karlı dağ manzaralarının olduğu takvimler vardı, bizim manzaramız İsviçre'nin dağlarından çok daha güzeldi, üstelik penceremden görünüyordu.

Lojmanın en sevdiğim yanlarından biri de geniş pencere içleriydi. En zevkli kitap okuma yerlerimden biriydi benim, içine rahatça oturup manzaraya karşı okuyabilirdiniz kitabınızı.

Sağlık ocağı ve lojmanlar yan yanaydı, arazinin yapısından dolayı aralarında yükseklik farkı vardı, Lojmanlar sağlık ocağını yukarıdan görürdü. Sağlık ocağı hemen yolun kenarındaydı, lojmanlara ise ocağın bittiği yerden merdivenlerle çıkılıyordu. 

Merdivenlerin sonunda beton dökülmüş bir yoldan lojmanların arkasına, giriş kapılarının olduğu yere ulaşıyordunuz. Bu beton yol bakkalın olduğu binanın bitiminden başlayan fındık ağaçları ve mısırların yükseldiği benim ‘yokuşumun’ yanındaydı.

Lojmanların giriş kapılarının olduğu arka taraf, bir yanda lojmanların giriş kapıları diğer yanda taştan örülmüş bir duvarın olduğu uzun bir koridordu. Dağdan kopup gelen taşlar lojmana çarpmasın ve toprağı tutsun diye yapılmış bu yüksek duvar aslında pek öyle görevini yerine getiremiyordu. Zaman zaman yuvarlanan büyük büyük taşlar duvarı aşıp mutfak penceremin camını kırıyordu. Mutfakta iş yaparken her zaman bir kulağım taş seslerinde olurdu ve pencereye yakın durmaktan kaçınırdım.

Hava güzelse yuvarlak tahta masayı lojmanın yanındaki beton yola, yokuşumdaki mısırların yanına çıkarırdım. Güne burada kahvaltıyla başlardık, eğer hasta yoksa sağlık ocağından ebeler ve hemşireler de gelip katılırdı bize. Oturdukları yerden ocağın girişi görüldüğü için, hasta geldiğinde hemen inerlerdi. Bu oturmalar sırasında bir çay, bir kahve içerek bütün gün devam eden sohbetlerimiz olurdu.

Güneşli günler çok olmadığından ve ufku yükselten dağlar yüzünden güneş geç doğar, çabuk batardı o yüzden kaçırmak istemezdik güneşi. Hava genelde çok nemli olduğu için minderleri ve yorganları da havalandırmak için dışarıya güneşe çıkartırdık.

Biz sohbet ederken, ebe Fatma’nın çocukları Şengül ve Engin, bir de benim köpeğim Fıstık oynarlardı çevremizde. Şengül ve Engin pek sık olmamakla birlikte arada bir sürtüşürlerdi. Engin iki yaşında, Şengül ise beş yaşındaydı.

Bir gün, biz sohbetimizin çok koyu bir yerindeyken çocuklar kapıştılar, Engin’in sahici görünen oyuncak tabancası bir savaşa neden olmuştu. Aralarındaki bu paylaşım savaşını sonlandırmak için, barış gücü Fatma derhal müdahale ederek çekti aldı tabancayı ellerinden. Savaşın iki tarafı da bu sert müdahaleden hiç memnun olmayarak protestolara başladı.

Fatma, merdivenlerin tepesinde elinde tabanca kızgın bir şekilde onlara sözlerini duyurmaya çalışırken, hastalar geldi ocağa o sırada. Fatma kızgın sesini değiştirmeye fırsat bulamadan, elinde her an ateş edecekmiş gibi duran ve gelen hastalara doğrulttuğu tabancasıyla işaret ederek, gayet sert bir şekilde geçin siz içeriye ben geliyorum diye emretti.

Hastalar birbirlerine ve Fatma’ya baktılar, biraz büzüldüler küçülmeye çalıştılar, azcık geri adım attılar, Fatma hala elindeki tabancanın farkında değil ve tabancayı onlara doğru uzatmış sallayarak içeriye girin demeye çalışıyordu, bu defa daha yumuşak bir sesle, girsenize daa, niye girmiyorsunuz, diye sorunca. Hastalar hızlı bir şekilde ocağa sığındılar. Ben gülmekten konuşamadığım için sadece elimle işaret ediyordum tabancayı. Fatma’nın gözleri tabancaya indi ve sustu, çocuklar da şaşkın bir şekilde bu tiyatroya dalmış, ağlamalarına ara vermişlerdi. Tabanca bana Fatma aşağıya yollandı, çocuklar ve hastalar sakinleşti olay tatlıya bağlandı.

Güneşi gördüğümüz her gün, Pazar kahvaltısı tadında yapılan bu kahvaltılar sırasında bir de arılar gelirdi, arıları kovalamaktan rahat kahvaltı edemiyorduk, sonunda arılara da kahvaltı ikram etmeye karar verdim. Ne yedikleri belliydi, reçel ve bal seviyorlardı kahvaltıda.

Önce bir çay bardağı tabağına biraz bal koydum, masadaki reçelin, balın üzerindeki arılara doğru yaklaştırıp dikkatlerini bu yeni şeker kaynağına çektim, sabırla tek tek topladım onları, başka bir arının oradan yediğini gören diğer arılar daha kolay geliyorlardı. Bütün arıları tabağa topladıktan sonra, tabağı yavaşça biraz uzağımızda yere bıraktım. Bunu her gün yapmaya başlayınca arılar öğrendiler, huzur içinde kahvaltı edecekleri bir yer olması onları da mutlu etmişti belli ki. Saatlerimizi de öğrenmişlerdi, her gün düzenli gelen 7-8 arım olmuştu sonunda, ben masayı kurarken etrafımda döner kahvaltı servisini beklerlerdi.

Arılarımın bolca fotoğraflarını da çektik kahvaltı ederlerken, kimi fotoğrafları çekerken daha iyi görünsünler diye büyüteç de kullandık. Bir düzen içerisinde kahvaltı ediyordu arılar, yan yana dizilip önlerindeki reçeli balı yiyorlardı, biz masadan kalkıp gidince, onlar da gidiyordu işin garibi. Bir ara arıların bizim konuşmalarımızı dinlemeyi sevdiklerini bile düşündüm.

Bu arada sağlık ocağının işleyişinde bazı pürüzler oluyordu, bunun nedeni şoför olarak işe başvuran bir kişiyi sekreter olarak işe almalarıydı. İyi niyetli ve güler yüzlü sekreter Hasan, işini canla başla yapan düzenli bir kişiydi. Görevi, hasta dosyalarını, gelen giden yazışmaları takip etmek, dosyalamak, gerektiğinde bazı yazıları daktilo ile yazmaktı.

Bir süre sonra, eşim diğer köylerin doktorlarına giden yazışmaların kendisine ulaşmadığını fark etti. Önce niye kendisine gönderilmediğini anlamak için müdürlükle konuştu ama yazışmaların herkese gönderilmiş olduğunu öğrenince Hasan’a yeniden sordu. Hasan, gelen yazışmaların olduğu dosyayı getirerek, işte hepsi burada Doktor bey, dediğinde anlaşıldı ki Hasan gelen yazışmaları hiç vakit kaybetmeden anında dosyalıyordu, ama şöyle ki hiç kimseye okutmadan dosyalıyordu.

Daha sonra ocaktan giden bazı yazışmalarda da sorun çıkmaya başladı, Hasan yazışmaları kendi Karadeniz aksanıyla yazıyordu. Neyse ki yazışmaları görülmeden gönderme huyu yoktu.

Bütün bunlar karşılaşılan bazı pürüzlerdi ve aşılmayacak şeyler değildi. Daha sonra işten ayrılan şoförün yerine de sekreterliğe başvuran bir kişiyi tayin edeceklerdi ki, biz bunun nasıl bir trajediye yol açacağını henüz bilmiyorduk.

Köyü tarif ederken, içinden geçen suyu da unutmamalı. Sağlık ocağından çıkıp, bakkalın önünden geçip karakola doğru yürürken önünüze dağdan gelen, dereye ulaşan bir su çıkar. Bu su çok sığ bir su olduğu için köprü gerektirmez ama ayağınızı, paçanızı ıslatır. Suyun içine köprü niyetine üzerine basa basa geçilsin diye büyükçe taşlar konulmuş. Köye ağır misafirlerimiz geldiğinde karakolun askerleri tarafından suyun üzerine geçici olarak keresteler konulurdu.

Geceleri geçerken daha fazla dikkat etmeniz gereken bir yanı vardır bu suyun, karanlıkta fenerle önünüzü görmeye çalışırken, taşların başka sahipleriyle karşılaşırsınız. Çok zordur onları görmek karanlıkta ama sesleriyle kendilerini belli ederler. Başka hiçbir yerde görmediğim büyüklükte, iri kurbağalardır bunlar.

Bu iri kurbağalar öylece oturur ve adeta -şimdi kalkamayacağım yerimden sen yandan geç, der gibi bakarlardı size. Kurbağalar o kadar hantallardı ki hoplamaları da hoplamak gibi değildi, derin bir ses çıkarıp iri vücutlarını güçlükle kaldırıp az öteye indirirlerdi.

Kurbağaların haşmetli görünüşü ve çıkardıkları sesler benim köpeğimi çok ürkütüyordu, hiçbir şeyden korkmayan Fıstık, bu suya yaklaşırken kucağıma zıplardı. Geceleri elektrik kesildiğinde bu sudan geçmek ise başlı başına bir beceri gerektiriyordu.

Elektrikler sık sık kesilirdi köyde ve nedenine bağlı olarak kimi zaman iki-üç gün gibi uzun bir süre gelmezdi. İşte o zaman zifiri karanlık nedir öğrenirsiniz. Hiçbir ışık kaynağı yok, hiçbir şey ama hiçbir şey görünmüyor. İlk kez bu zifiri karanlıkta fenersiz dışarıya çıktığımda çok şaşırmıştım, karanlık sanki yerçekimini yok etmişti, havada yürüyormuşum gibi hissettim kendimi, bu yüzden adım bile atamamıştım.

Kimi geceler ise elektrik kesilir sonra sabah olmadan gelirdi. Birkaç kez lafın arasında akşam yine elektrik kesildi diye bahsederken köylülerden, yoo bizde kesilmedi, diyenler oluyordu. Bu bize garip gelmişti, acaba bizim lojmanda mı sorun var diye düşünmeye başlamıştık. Daha sonra, ebe Fatma’nın eşi Mahmut öğretmen bu konuya bir açıklık getirdi. Elektrik her yerde kesiliyordur da, onlar akşamdan yattıkları için kesildiğini fark etmiyorlardır, dedi. Bunu söylerken Mahmut öğretmenin yüzünde bizimle eğlenen bir gülümseme vardı sanki.

Dağbaşı köyüne elektrik biz gelmeden üç ay önce gelmişti. Bir üst sağlık ocağının olduğu köye ise elektrik gelmemişti henüz. Elektriğin olmadığı sağlık ocağındaki doktor arkadaşın ve eşinin 2-3 aylık bebekleri vardı, bebek büyürken geceleri ışık kaynağı olarak sadece gaz lambalarını görmüştü.  Ocağın elektrik tesisatı vardı, tavanda ampuller bile vardı ama elektrik yoktu.

Bebek 10-11 aylık olduğunda tatilde memleketlerine, İzmir’e gittiler. İzmir’de ilk gece, bebek tavandaki ışığı görünce çok şaşırmış ve gözlerini tavandaki ışıktan alamamış, ondan sonra da bakıp durmuş hep tavana. Tatilleri bitip köye döndüklerinde ise bebecik tavana bakmaya devam etti ama bu defa ışık nerede diye bakıyordu.

Dağbaşı’na elektriğin gelişinin bize anlatılan güzel bir hikayesi vardır. Uzun bir süre elektrik gelecek hazırlıkları yapılmış, birçok kereler bağlanması gecikmeye uğramış ama en sonunda elektriğin bağlanacağı gün belirlenmiş.  Devlet erkanın da geleceği büyük bir tören hazırlanmış köyde, her taraf süslenmiş, köyün meydanı sayılabilecek düzlüğe toplanmış herkes. Tören daha etkili olsun diye köylülerden gelirken gaz lambalarını da yanlarında getirmeleri istenmiş.

Törende konuşmalar yapılmış, teşekkürler edilmiş, horonlar tepilmiş, sonra elektriğin açılması için şalter kaldırılmış ve elektriğin gelişini kutlamak için hep birlikte gaz lambaları yere atılıp kırılmış.

Tören bitmiş herkes evine çekilmiş, devlet erkanı mutlu ve gururlu geldikleri yerlere dönmüş. O gece, herkes ışıklarını açmış elektriğin keyfini sürerken, bir saat sonra aniden elektrikler kesilmiş. Hiç kimsenin evinde gaz lambası kalmadığından bütün köy o geceyi karanlıkta geçirmiş.

Bu elim olayın ardından köyün vazgeçilmezi olduğunu ispatlayan gaz lambaları, gururla otururdu her evin başköşesinde.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder