o küçük ama çok küçük köyün adı bile yokluğunu anlatıyordu - Dağbaşı Köyü
Dağbaşı köyündeki
günlerimi biraz havaya bağlı olarak, çoğu zaman evin içinde, güneşli günlerde
ise dışarıda geçiriyordum. Bolca kitabımız, dergilerimiz vardı okunacak, küçük
bir televizyonumuz da vardı ama sadece Rus kanallarını çekiyordu. Vadinin
dibinde ve yüksek dağlarla çevrili olduğumuz için radyolar da pek çekmiyordu.
Elektrik kesik
değilse yanımızda getirdiğimiz ilk bilgisayarımız Sinclair - ZX Spectrum ile
oyun da oynayabiliyordum. Bu minik, hesap makinesi gibi görünen ve bizi
bilgisayar denen şeyle tanıştıran aletle, sağlık ocağı için ilk hasta takip
sistemini de kurmuştuk. Fazla programı olmayan - varsa bile biz erişemiyorduk –
bu şeytan çekici şey ile kendi programınızı kendiniz yapmanız gerekiyordu.
Basic programlama dili kullanıyordu ve yine kendisi gibi küçücük bir termal
yazıcısı vardı. Köyde bizim köpek ve kitaplardan sonra ilgi çeken üçüncü
şeyimizdi.
Köyde gazete
bulunmuyordu, büyük bir eksiklik hissediyordum. Köyün bir minibüsü vardı ilçeye
gidip gelen. Minibüsün şoförü çok kalın gözlükleri olan, kör Mecit lakaplı az
konuşan bir adamdı. Bu lakabın gözlükler yüzünden olduğunu düşünmüştüm, ama
daha sonra gözlerinin gerçekten çok az gördüğü için bu ismin verildiğini şaşkınlık
içinde öğrendik. Peki, nasıl kullanıyor bu tehlikeli yolda diye sorduğumuzda aldığımız
cevap bizi daha da korkutmuştu, yolları ezbere bilir o arabanın önünü görse
yeter, demişlerdi.
Biz, bir cesaret
kör Mecit ile konuşup bize her gün gazete getirebilir mi diye rica ettik. Pek
hoşlanmadı bundan, parası ne olacak dedi, nereden alayım dedi, biz her güçlük
için bir çare üretip abone oluruz, toptan öderiz diyerek sonunda ikna ettik.
Ertesi gün büyük
bir heyecanla gazetemi bekledim ve akşama gazete geldi. Hepsini hemen okumayıp
ertesi gün sabah, günlük gazete gibi okurum diye bıraktım. Ertesi sabah
kahvaltıda uzun uzun gazete keyfimi yaptım. Bilmecelerimi de çözüp tamamen
bitirdim okumayı.
Akşam olduğunda
Mecit’den o günün gazetesini almaya gittik. Mecit, hayretle bize bakarak ne
gazetesi, dedi bize. Hani bize gazete getirecektin, konuşmuştuk diye
sorduğumuzda, ee dün getirdim ya her gün, her gün gazete mi olur, dedi. Ne
yaptıysak, gazeteyi her gün okumak istediğimiz konusunda razı edemedik. Sonunda
haftada bir ya da 10 günde bir toplu getirmesini rica ettik. Ona olur dedi ama
hiç düzenli getirmedi bize gazetelerimizi. Kimi zaman biz ilçeye indiğimizde
biriken gazetelerimizi alıyorduk. Kısa bir süre sonra, gazete bayii de
biriktirmekten vazgeçince tamamen gazetesiz kaldık.
Köye geldikten
kısa bir süre sonra, ilçedeki beyaz eşya satan bir yerden taksitle ihtiyacımız
olan fırın, buzdolabı, çamaşır makinesi gibi beyaz eşyaları alıp eksikleri
tamamlamıştık. Çamaşır makinesini suyun yetersizliğinden dolayı
kullanamıyorduk, ama almışken hepsini birden almıştık işte.
Fırından
aldığımız ekmeğin içinden, çerçöp ve her türden çıkmaması gereken şeyler
çıktığını görünce, ben evde ekmek yapmayı öğrendim. Fırın dere suyunu kullanıyordu
anladığımız kadarıyla. Sadece ekmek yapmayı değil başka hamur işlerini bile yapmayı
öğrendim. Benim için çok değişik bir durumdu.
Yemek ve ev
işleriyle aramın olmadığını bilen annem, yaptıklarımı duyduğunda kulaklarına
inanamadı. Muhtemelen garip bir zevk almış olabilir bu durumdan. Yıllarca
uğraşmıştı bana bir şeyler öğretmek için, ben inatla direnmiştim hiç bir şey
öğrenememek için. O iki yıl içinde hiç yapmadığım yemekleri yapmasını öğrendim
ve hiç yapmadığım kadar yemek yaptım. Kısıtlı malzemeyle yemek yapmak için yaratıcı
olmanız gerekiyor. Anlaşılacağı gibi bolca da kafadan yemek uydurdum.
Dağbaşı köyünde yapmayı
öğrendiğim tek yeni şey zor ve değişik yemekler değildi, soba yakmayı da
öğrenmiştim. Bu konuda Fatma ebe, her derdimizde olduğu gibi baş danışmanım ve
öğretmenimdi. İlk başlarda bütün evi, belki de köyü duman altı etmiş olabilirim
ama en azından o sobayı tüttürme işleminin kendisinin de sobayı yakmaya
çalışanı nasıl ısıttığını da öğrendim.
Çocukluğumdan
hatırladığım soba sefalarının hepsini bir bir yeniden yaşamaya çalışıyordum.
Elbette her birini yaparken onların ucuna takılıp gelen anılar da birer hikaye
olup anlatılıyordu sobanın etrafında. Soba hikayeleri diye bir şeyin var
olduğunu düşünüyorum.
Karlı gecelerde elektrik
kesildiğinde, babaannemden kalma antika diye sakladığım gaz lambasını yakar,
sobanın sıcaklığına sığınıp dışarıdaki karın beyazlığını izlerdim. O huzur ve
loşluk, uykumu çabuk getirmekle birlikte, uzun sohbetlere de sıcak bir ortam
sağlardı.
Dağbaşı köyündeki
yaşamımız ve benim çalışmıyor olmam, artık bir çocuğumuzun olmasına karar
vermek için uygun bir zaman olarak göründü bize. Sadece tek bir şeyden emin
olamıyorduk. Benim yeniden rahatsız olma ihtimalim.
Köye gelmeden 6-7
ay önce, spontaneous pneumothorax denilen tatsız bir hastalığım olmuştu ve
tekrarlama ihtimali vardı. Aradan epey zaman geçmişti ve her an tekrarlayabilir
diye bekleyip durmanın anlamsız olduğunu düşündük. Kısa bir süre sonra da sevinçli
haberi aldık.
Bu arada
ilköğretim okulu bir süredir eğitimine müdürsüz devam ediyordu. Sonunda yeni
müdür tayin oldu. Yeni okul müdürümüz eşi ve iki çocuğuyla köye vardı.
Bu güzel aile ile
tanışır tanışmaz kaynaştık. İsmail, daha önce sürüldüğü yerden tayinini
isteyerek oraya gelmişti. Eşi Bahar da öğretmendi ama yeni doğmuş bebekleri
olduğu için çalışmıyordu. Ailenin çocukları dört yaşındaki Adnan ve üç aylık
Çığıl, güzellikleri ve tatlılıklarıyla hemen çok önemli bir yer tutmaya
başladılar günlük yaşamımızda.
İsmail, aydınlık
ve güler yüzlü bir öğretmendi. Sohbetlerini şakalarıyla süsler, gülerken
gözünün içi gülerdi. Yüzüne bakarken içimin aydınlandığını hatırlıyorum. İlk
tanıştığımızda edindiğim izlenim, ilköğretim okulu için ne kadar şanslı bir
durum olduğunu düşündürmüş ve sevindirmişti beni. Oysa bilmiyordum ki İsmail’in
o okula müdür olarak gelmesi benim için de büyük bir şansmış. Kimi zaman kesişen
yollar biz görmesek de geleceğe iz bırakıyorlar.
Hem Bahar, hem de
İsmail ile kısa sürede çok iyi arkadaş olduk, hemen hemen her gün birbirimizi
ziyaret ediyor, saatlerce konuşuyor, gülüyor, çok güzel vakit geçiriyorduk.
Onlar, bizim çok önemli bir yokluğumuzu dolduruyorlardı o köyde, arkadaş
yokluğu.
Adnan akıllılığı,
sıcaklığı ve şirinliğiyle ikimizi de fethetmişti. Oyunlar oynuyor, sohbetler
ediyorduk onunla. Eşimin babasının köyde kullanalım diye gönderdiği Doğan
arabaya binmeyi de çok seviyordu, babasının arabasını eski buluyor, bizimle
geliyordu her yere. Adnan’ın arabalara olan düşkünlüğü arabalarla ilgili derin
bilgisinden, sorduğu sorulardan ve en çok da hızlı gitme tutkusundan kolayca
anlaşılabilirdi. Arka koltuktan ikimizin arasından kafasını uzatır, eliyle
vites değiştirir gibi yaparak dörtle doktor amca dörtle, diye bizi gaza
getirirdi. Araba biraz hızlanınca da, haydi şimdi bir de kemençe kaseti koy
demesi, her defasında bizi güldürürdü.
Adnan ve Çığıl’ın
bizlere verdiği sıcaklık, yakınlık ve tatlı anlar yıllar boyu benimle kaldı. Benzer
şeyleri hissettiğim anne ve babaları da şimdi internet sayesinde yeniden
görüştüğüm değerli dostlarım olmaya devam ediyorlar.
Bahar ile
sohbetlerimiz sırasında ortak bir şeyimiz olduğunu bulduk. Baharın ağabeyi ve
benim ağabeyim aynı yıllarda ADMMA’da (Yükseliş) öğrencilik yapmışlar. Bahar
ağabeyinin hikayesini anlatmaya başlayınca, benim hikayem de içimde yerini
buldu.
Yıllar önce, o
soğuk Aralık gecesinde her zaman olduğu gibi, gece okuyan ağabeyimin eve
dönmesini bekliyorduk. Gelmesi gerektiği saatte gelmemiş, telefon da etmemişti.
Okuldan çıkınca bazen yakın bir kahvede toplanırlardı ama haber verirdi öyle
bir durumda. Babam giderek huzursuzlanıyor, ne yapacağını bilemiyordu. Bir süre
sonra, sağa sola telefon etti bir olay, bir kaza var mı diye sordu ama bir şey
öğrenemedi. Sonunda saat gece yarısını geçince artık dayanamadı ve ben aramaya
gidiyorum, dedi. Babam, çıktıktan 10-15 dakika sonra ağabeyimle birlikte geri
geldi. Eve girdiklerinde ağabeyim sürekli olarak babamdan özür diliyordu, babam
ve ağabeyim her ikisi de titriyorlardı.
O, 15 Aralık 1977
gecesinde ağabeyim okuldan çıkınca kahveye gitmek yerine arkadaşlarıyla başka
bir yere gitmiş, gittiği yerden telefon edememiş ama acı haber onların
bulunduğu yere gelmiş. Her zaman gittikleri Albayrak Kahvesinde bomba patlamış,
bunu duyunca bizi daha fazla meraklandırmamak için hemen yola çıkmış, babamla
da evin az aşağısında sokakta karşılaşmışlar.
İşte o gece Bahar’ın
ağabeyi Adnan Şahingöz, benim ağabeyim gibi şanslı olamamış. Ne yazık ki o
patlamada biri Adnan iki genç ölmüş, çok sayıda öğrenci yaralanmıştı. Biz bilmiyorduk
ama o gece henüz tanışmadığımız Bahar’ın ağabeyi ile ölen diğer genç ve
yaralanan gençler için üzülüyor, kendi korkularımızı yaşıyorduk.
Boyutları çok
farklı da olsa aynı dehşeti, aynı geceyi ikimiz de yaşamıştık. Bu acı anıları
konuşurken çok duygulanıyor, birbirimize daha fazla yaklaşıyorduk, aramızda güçlü
bağlar oluşuyordu. Küçük Adnan dayısının adını taşıyordu.
Şimdi aradan
yıllar geçti, Adnan ve Çığıl büyüdüler. Ali Adnan Özgür bir film yönetmeni oldu
ve bizi gururlandırıyor, önemli bir yönetmen olma yolunda sağlam adımlarla
ilerliyor. Çığıl, genç bir doktor şimdi, Gezi direnişinin doktorlarından, o
günlerde yazdığı bir mektupla o da hepimizi duygulandırdı ve gururlandırdı.
ilk okuyuşta, yani geçen hafta tivitır hesabınızdan buraya zıpladığımda başta gerçek gelmişti hikaye. hastalık ve en çok da bilgisayar gibi ayrıntıların başarısından. sonra 'hikaye' tabirini gördükçe demek çok başarılı bir kurgu dedim. "bir IT'ci olarak bilgisayar sevginizi göstermeniz hoş olmuş" diyecektim. ama bölümü tam bitirmemişim o gün, bugün bitirdim ve öğretmenlerin çocuklarından 2. kez twist yaşamış oldum:)
YanıtlaSilçok ilginç. hele abiler kısmının gerçek olabileceğini hiç düşünmezdim.
müthiş bir hikaye gerçekten. tam filmlik.
bir de iyi yıllar:)
Çok teşekkür ederim, beklediğime değdi :) İlk başlarda geniş anlamıyla hikaye diye adlandırmıştım bu anıları, sonradan anı/hikaye olarak değiştirdim başlığı. Buradakiler tamamen anıdır, her anlatılan olmuştur benim penceremden algıladığım şekliyle. Sadece bazı isimler değişik.
SilBana da film gibi geliyor okuyunca gerçek olmasından dolayıdır herhalde :))
Ben de size sağlıklı ve mutlu bir yıl dilerim :)