Dağbaşı 5 - Adnan

o küçük ama çok küçük köyün adı bile yokluğunu anlatıyordu - Dağbaşı Köyü

Dağbaşı köyündeki günlerimi biraz havaya bağlı olarak, çoğu zaman evin içinde, güneşli günlerde ise dışarıda geçiriyordum. Bolca kitabımız, dergilerimiz vardı okunacak, küçük bir televizyonumuz da vardı ama sadece Rus kanallarını çekiyordu. Vadinin dibinde ve yüksek dağlarla çevrili olduğumuz için radyolar da pek çekmiyordu.

Elektrik kesik değilse yanımızda getirdiğimiz ilk bilgisayarımız Sinclair - ZX Spectrum ile oyun da oynayabiliyordum. Bu minik, hesap makinesi gibi görünen ve bizi bilgisayar denen şeyle tanıştıran aletle, sağlık ocağı için ilk hasta takip sistemini de kurmuştuk. Fazla programı olmayan - varsa bile biz erişemiyorduk – bu şeytan çekici şey ile kendi programınızı kendiniz yapmanız gerekiyordu. Basic programlama dili kullanıyordu ve yine kendisi gibi küçücük bir termal yazıcısı vardı. Köyde bizim köpek ve kitaplardan sonra ilgi çeken üçüncü şeyimizdi.

Köyde gazete bulunmuyordu, büyük bir eksiklik hissediyordum. Köyün bir minibüsü vardı ilçeye gidip gelen. Minibüsün şoförü çok kalın gözlükleri olan, kör Mecit lakaplı az konuşan bir adamdı. Bu lakabın gözlükler yüzünden olduğunu düşünmüştüm, ama daha sonra gözlerinin gerçekten çok az gördüğü için bu ismin verildiğini şaşkınlık içinde öğrendik. Peki, nasıl kullanıyor bu tehlikeli yolda diye sorduğumuzda aldığımız cevap bizi daha da korkutmuştu, yolları ezbere bilir o arabanın önünü görse yeter, demişlerdi.

Biz, bir cesaret kör Mecit ile konuşup bize her gün gazete getirebilir mi diye rica ettik. Pek hoşlanmadı bundan, parası ne olacak dedi, nereden alayım dedi, biz her güçlük için bir çare üretip abone oluruz, toptan öderiz diyerek sonunda ikna ettik.

Ertesi gün büyük bir heyecanla gazetemi bekledim ve akşama gazete geldi. Hepsini hemen okumayıp ertesi gün sabah, günlük gazete gibi okurum diye bıraktım. Ertesi sabah kahvaltıda uzun uzun gazete keyfimi yaptım. Bilmecelerimi de çözüp tamamen bitirdim okumayı.

Akşam olduğunda Mecit’den o günün gazetesini almaya gittik. Mecit, hayretle bize bakarak ne gazetesi, dedi bize. Hani bize gazete getirecektin, konuşmuştuk diye sorduğumuzda, ee dün getirdim ya her gün, her gün gazete mi olur, dedi. Ne yaptıysak, gazeteyi her gün okumak istediğimiz konusunda razı edemedik. Sonunda haftada bir ya da 10 günde bir toplu getirmesini rica ettik. Ona olur dedi ama hiç düzenli getirmedi bize gazetelerimizi. Kimi zaman biz ilçeye indiğimizde biriken gazetelerimizi alıyorduk. Kısa bir süre sonra, gazete bayii de biriktirmekten vazgeçince tamamen gazetesiz kaldık.

Köye geldikten kısa bir süre sonra, ilçedeki beyaz eşya satan bir yerden taksitle ihtiyacımız olan fırın, buzdolabı, çamaşır makinesi gibi beyaz eşyaları alıp eksikleri tamamlamıştık. Çamaşır makinesini suyun yetersizliğinden dolayı kullanamıyorduk, ama almışken hepsini birden almıştık işte.

Fırından aldığımız ekmeğin içinden, çerçöp ve her türden çıkmaması gereken şeyler çıktığını görünce, ben evde ekmek yapmayı öğrendim. Fırın dere suyunu kullanıyordu anladığımız kadarıyla. Sadece ekmek yapmayı değil başka hamur işlerini bile yapmayı öğrendim. Benim için çok değişik bir durumdu.

Yemek ve ev işleriyle aramın olmadığını bilen annem, yaptıklarımı duyduğunda kulaklarına inanamadı. Muhtemelen garip bir zevk almış olabilir bu durumdan. Yıllarca uğraşmıştı bana bir şeyler öğretmek için, ben inatla direnmiştim hiç bir şey öğrenememek için. O iki yıl içinde hiç yapmadığım yemekleri yapmasını öğrendim ve hiç yapmadığım kadar yemek yaptım. Kısıtlı malzemeyle yemek yapmak için yaratıcı olmanız gerekiyor. Anlaşılacağı gibi bolca da kafadan yemek uydurdum.

Dağbaşı köyünde yapmayı öğrendiğim tek yeni şey zor ve değişik yemekler değildi, soba yakmayı da öğrenmiştim. Bu konuda Fatma ebe, her derdimizde olduğu gibi baş danışmanım ve öğretmenimdi. İlk başlarda bütün evi, belki de köyü duman altı etmiş olabilirim ama en azından o sobayı tüttürme işleminin kendisinin de sobayı yakmaya çalışanı nasıl ısıttığını da öğrendim.

Çocukluğumdan hatırladığım soba sefalarının hepsini bir bir yeniden yaşamaya çalışıyordum. Elbette her birini yaparken onların ucuna takılıp gelen anılar da birer hikaye olup anlatılıyordu sobanın etrafında. Soba hikayeleri diye bir şeyin var olduğunu düşünüyorum.

Karlı gecelerde elektrik kesildiğinde, babaannemden kalma antika diye sakladığım gaz lambasını yakar, sobanın sıcaklığına sığınıp dışarıdaki karın beyazlığını izlerdim. O huzur ve loşluk, uykumu çabuk getirmekle birlikte, uzun sohbetlere de sıcak bir ortam sağlardı.

Dağbaşı köyündeki yaşamımız ve benim çalışmıyor olmam, artık bir çocuğumuzun olmasına karar vermek için uygun bir zaman olarak göründü bize. Sadece tek bir şeyden emin olamıyorduk. Benim yeniden rahatsız olma ihtimalim.

Köye gelmeden 6-7 ay önce, spontaneous pneumothorax denilen tatsız bir hastalığım olmuştu ve tekrarlama ihtimali vardı. Aradan epey zaman geçmişti ve her an tekrarlayabilir diye bekleyip durmanın anlamsız olduğunu düşündük. Kısa bir süre sonra da sevinçli haberi aldık.

Bu arada ilköğretim okulu bir süredir eğitimine müdürsüz devam ediyordu. Sonunda yeni müdür tayin oldu. Yeni okul müdürümüz eşi ve iki çocuğuyla köye vardı.

Bu güzel aile ile tanışır tanışmaz kaynaştık. İsmail, daha önce sürüldüğü yerden tayinini isteyerek oraya gelmişti. Eşi Bahar da öğretmendi ama yeni doğmuş bebekleri olduğu için çalışmıyordu. Ailenin çocukları dört yaşındaki Adnan ve üç aylık Çığıl, güzellikleri ve tatlılıklarıyla hemen çok önemli bir yer tutmaya başladılar günlük yaşamımızda.

İsmail, aydınlık ve güler yüzlü bir öğretmendi. Sohbetlerini şakalarıyla süsler, gülerken gözünün içi gülerdi. Yüzüne bakarken içimin aydınlandığını hatırlıyorum. İlk tanıştığımızda edindiğim izlenim, ilköğretim okulu için ne kadar şanslı bir durum olduğunu düşündürmüş ve sevindirmişti beni. Oysa bilmiyordum ki İsmail’in o okula müdür olarak gelmesi benim için de büyük bir şansmış. Kimi zaman kesişen yollar biz görmesek de geleceğe iz bırakıyorlar.

Hem Bahar, hem de İsmail ile kısa sürede çok iyi arkadaş olduk, hemen hemen her gün birbirimizi ziyaret ediyor, saatlerce konuşuyor, gülüyor, çok güzel vakit geçiriyorduk. Onlar, bizim çok önemli bir yokluğumuzu dolduruyorlardı o köyde, arkadaş yokluğu.

Adnan akıllılığı, sıcaklığı ve şirinliğiyle ikimizi de fethetmişti. Oyunlar oynuyor, sohbetler ediyorduk onunla. Eşimin babasının köyde kullanalım diye gönderdiği Doğan arabaya binmeyi de çok seviyordu, babasının arabasını eski buluyor, bizimle geliyordu her yere. Adnan’ın arabalara olan düşkünlüğü arabalarla ilgili derin bilgisinden, sorduğu sorulardan ve en çok da hızlı gitme tutkusundan kolayca anlaşılabilirdi. Arka koltuktan ikimizin arasından kafasını uzatır, eliyle vites değiştirir gibi yaparak dörtle doktor amca dörtle, diye bizi gaza getirirdi. Araba biraz hızlanınca da, haydi şimdi bir de kemençe kaseti koy demesi, her defasında bizi güldürürdü.

Adnan ve Çığıl’ın bizlere verdiği sıcaklık, yakınlık ve tatlı anlar yıllar boyu benimle kaldı. Benzer şeyleri hissettiğim anne ve babaları da şimdi internet sayesinde yeniden görüştüğüm değerli dostlarım olmaya devam ediyorlar.

Bahar ile sohbetlerimiz sırasında ortak bir şeyimiz olduğunu bulduk. Baharın ağabeyi ve benim ağabeyim aynı yıllarda ADMMA’da (Yükseliş) öğrencilik yapmışlar. Bahar ağabeyinin hikayesini anlatmaya başlayınca, benim hikayem de içimde yerini buldu.

Yıllar önce, o soğuk Aralık gecesinde her zaman olduğu gibi, gece okuyan ağabeyimin eve dönmesini bekliyorduk. Gelmesi gerektiği saatte gelmemiş, telefon da etmemişti. Okuldan çıkınca bazen yakın bir kahvede toplanırlardı ama haber verirdi öyle bir durumda. Babam giderek huzursuzlanıyor, ne yapacağını bilemiyordu. Bir süre sonra, sağa sola telefon etti bir olay, bir kaza var mı diye sordu ama bir şey öğrenemedi. Sonunda saat gece yarısını geçince artık dayanamadı ve ben aramaya gidiyorum, dedi. Babam, çıktıktan 10-15 dakika sonra ağabeyimle birlikte geri geldi. Eve girdiklerinde ağabeyim sürekli olarak babamdan özür diliyordu, babam ve ağabeyim her ikisi de titriyorlardı.

O, 15 Aralık 1977 gecesinde ağabeyim okuldan çıkınca kahveye gitmek yerine arkadaşlarıyla başka bir yere gitmiş, gittiği yerden telefon edememiş ama acı haber onların bulunduğu yere gelmiş. Her zaman gittikleri Albayrak Kahvesinde bomba patlamış, bunu duyunca bizi daha fazla meraklandırmamak için hemen yola çıkmış, babamla da evin az aşağısında sokakta karşılaşmışlar.

İşte o gece Bahar’ın ağabeyi Adnan Şahingöz, benim ağabeyim gibi şanslı olamamış. Ne yazık ki o patlamada biri Adnan iki genç ölmüş, çok sayıda öğrenci yaralanmıştı. Biz bilmiyorduk ama o gece henüz tanışmadığımız Bahar’ın ağabeyi ile ölen diğer genç ve yaralanan gençler için üzülüyor, kendi korkularımızı yaşıyorduk.

Boyutları çok farklı da olsa aynı dehşeti, aynı geceyi ikimiz de yaşamıştık. Bu acı anıları konuşurken çok duygulanıyor, birbirimize daha fazla yaklaşıyorduk, aramızda güçlü bağlar oluşuyordu. Küçük Adnan dayısının adını taşıyordu.


Şimdi aradan yıllar geçti, Adnan ve Çığıl büyüdüler. Ali Adnan Özgür bir film yönetmeni oldu ve bizi gururlandırıyor, önemli bir yönetmen olma yolunda sağlam adımlarla ilerliyor. Çığıl, genç bir doktor şimdi, Gezi direnişinin doktorlarından, o günlerde yazdığı bir mektupla o da hepimizi duygulandırdı ve gururlandırdı. 

2 yorum:

  1. ilk okuyuşta, yani geçen hafta tivitır hesabınızdan buraya zıpladığımda başta gerçek gelmişti hikaye. hastalık ve en çok da bilgisayar gibi ayrıntıların başarısından. sonra 'hikaye' tabirini gördükçe demek çok başarılı bir kurgu dedim. "bir IT'ci olarak bilgisayar sevginizi göstermeniz hoş olmuş" diyecektim. ama bölümü tam bitirmemişim o gün, bugün bitirdim ve öğretmenlerin çocuklarından 2. kez twist yaşamış oldum:)
    çok ilginç. hele abiler kısmının gerçek olabileceğini hiç düşünmezdim.
    müthiş bir hikaye gerçekten. tam filmlik.
    bir de iyi yıllar:)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok teşekkür ederim, beklediğime değdi :) İlk başlarda geniş anlamıyla hikaye diye adlandırmıştım bu anıları, sonradan anı/hikaye olarak değiştirdim başlığı. Buradakiler tamamen anıdır, her anlatılan olmuştur benim penceremden algıladığım şekliyle. Sadece bazı isimler değişik.

      Bana da film gibi geliyor okuyunca gerçek olmasından dolayıdır herhalde :))

      Ben de size sağlıklı ve mutlu bir yıl dilerim :)

      Sil